CANA GÜRMEN

Müzelik eşyalar ve 40 yıla meydan okuyan tebeşir tozu…

Bir kahkaha ile ve sanki ilk röportajını verecek bir müzisyenin tazeliğinde karşılıyor bizi. Girer girmez farklı duygular hissetmemek mümkün değil. Tarihi eserlerin, dostluğun, hediyelerin, ikramların ve tabi ki müziğin yaşadığı bir ev burası

Salonun duvarlarından biri koyu bir renge boyanmış; üzerinde yüzlerce imza. Kimi birkaç satır şiir bırakmış, kimi gizli kapaklı selamlarını…

“Eve gelen herkes imzasını atardı.” diyor Cana Gürmen.

“Eşim Nedim’in Erenköy’de doğduğu köşkte yangın çıkınca, eşyaların bir kısmı kurtarılmış ve Taksim’deki bir aile apartmanına gönderilmiş.
O apartmana taşındıklarında salonun ortasında bir sütun, biçimsiz bir yerde. Sütunu ne yapalım derken, gelen arkadaşları hatıralarını yazsın diye siyaha boyama fikri geliyor akıllarına. Nedim bana bunu anlatınca dedim ki, biz niye yapmıyoruz? Bizde sütun yok ama duvarımız var.”

Camların içine özenle yerleştirilmiş toprak kapları ve nostalji yüklü ahşap dolapları sorduğumuzda ise şöyle cevap veriyor:
“Bir dönem olağanüstü sese sahip opera sanatçısı Ayhan Baran ile konserlere başladım. Operanın bir numaralı solistiydi, dünyaca ünlüydü. Bu toprak koleksiyon ona aitti. Hepsi müzeye kayıtlı kandiller ve çanaklardır, arkeolojik eser olarak geçiyorlar. Müzeye kızdı bir gün ve 55 parçalık bir koleksiyonu 1 liraya bana devretti. Kayınpederim de koleksiyonerliğini bana devretmişti. Gördüğünüz mobilyalar ve yemek odası eşyaları da ondandır, zamanında İtalya’dan gelmiş.”

Piyanonun başında sanatla geçen bir ömür.

Cana Gürmen, altı yaşında öğrenciyken girdiği konservatuvarı geçen sene profesör olarak bırakıyor. Bugün ülkemizde ve birçok ülkede konserler vermeye ve sanat danışmanlığı yapmaya devam ediyor.

Peki o zamanlar konservatuvarlı bir çocuk olmak nasıldı?

“İki okula gidiyordum tabi. Hem normal okula hem konservatuvara. Aşağı yukarı her gün konservatuvara gidiyorduk. Beş dakika hoca bizi dinleyecek diye saatlerce beklerdik. Pazar günleri ayrıca özel solfej dersine götürülürdük. Çünkü okuldaki solfej derslerinde sadece gırgır yapılır, pek bir şey öğrenilmezdi.”

Okul dışındaki yaşamı, aile ilişkilerini sorduğumda ise; ailesinin, üç çocuğunu da konservatuarda okutan son derece disiplinli bir aile olduğundan bahsediyor.

Tarabya Filiz Lokantası, Florya Kulübü

“Çocukluk arkadaşımız pek yoktu, biz hep çalışan çocuklardık. Arkadaşlık edip gezip dolaşacak vaktimiz asla olmadı. Ama ailemle birlikte Tarabya’daki Filiz Lokantası’na gitmek bizim bir ritüelimizdi mesela. Pazar günleri 3 kardeş solfej dersine gidiyorduk. Oradan annemle babam bizi alırlar, Filiz Lokantası’na götürürlerdi. En sevdiğimiz şey levrek pane yemekti. Arkasından frambuazlı dondurma. O kadar güzeldi ki…Tabi çok saygılıydı herkes o dönemde. Garsonlar, ikramlar, lokantanın bembeyaz kolalı örtüleri, hepsi çok güzeldi. Hem görüntü güzeldi, hem de insanların bakışları güzeldi. Her şey saygıyla doluydu.”

Gençlik yıllarında nelerin değiştiğini; İstanbul’da bir genç olarak her gün okul çıkışı yaptıkları aktivitelerin, uğramadan edemedikleri yerlerin olup olmadığını soruyorum.

“Benim onları anlatabilmem için 17 yaşın üstüne çıkmam lazım çünkü eşim Nedim’le başladı.” diyor.

“15-16 yaşından sonra yazları denize girmek için Florya Kulübüne giderdik, denizi çok güzeldi. Tabi izin çıktığı sürece ya da piyano çalıştıktan sonra. Üye olanların çoğu doktordu. Bir yaz, liseyi bitirmişim, başarılıyım…Artık güneşlenecek vakit var! Kız kardeşimle güneşlenirken biriyle göz göze geldim… İşte o da Nedim çıktı sonra.”

“5 dakika sarılır, el ele tutuşurduk ve hemen eve dönerdim. Artık o beni ne kadar idare ederse…”

Aşklar böyle göz göze gelmelerle mi başlardı, nasıl yaşanırdı? diye merakla soruyorum.

“Günlerden Cumartesi. 17 Haziran 1972.
O arkadaşlarıyla tavla oynuyor. Bir an böyle göz göze geldik, tabi ben utandım. O zaman öyle duygular çok var…”

Tüm detayları öyle güzel anlatıyor ki, hayranlıkla şaşırıyorum…

“Hiç unutmam…” diyor. “Sonra 26’sında tanıştırdılar bizi. Bir bira gecesi vardı. Zar zor izin alıp üç kardeş ve dayımızla gitmiştik. İşte orda tam bir aşk başladı. Ama gizli bir aşk tabi. Nedim 1-2 dakika beni görmek için Nişantaşı’ndan arabaya biner gelir, evin etrafında turlardı. Ben çıkabilir miyim, çıkamaz mıyım belli değil, cep telefonu yok o zaman… Sadece görme ihtimali üzerine gelirdi yani.
Ben arabayı görür, tanırdım. Anneme zar zor bir bahane uydurur, çıkardım. Hemen gizli bir köşede buluşurduk. Beş dakika sarılır, el ele tutuşurduk ve hemen eve dönerdim. Sonra artık o beni ne kadar idare ederse…”

Nedim Bey, Cana Hanım’ı tanıdıktan sonra hiç düşünmeden aşkının peşinden gitmiş. Lyon’daki üç senelik öğrencilik hayatını bırakıp İstanbul’a gelerek yeniden üniversite sınavlarına girip, başka bir hayata başlamış. Neyse ki klasik müzik aşığı babası, müstakbel gelininin konservatuvarlı bir genç kız olduğunu duyunca hemen yumuşamış.
Hatta bu konuyla ilgili, Nedim Bey’in her zaman anlattığı bir anekdot var. O dönem evde sürekli çalan sonatlara aldırış etmeyip, odasına kapanarak caz ve pop müziği dinleyen Nedim Bey’in babası, bir gün onu tutup der ki: ‘Oğlum, gel bir kere de bu müziği dinle, alış. Ne hissediyorsun, bir bak. Hiç belli olmaz, bir gün belki başına bir şey gelir, mecbur kalırsın bu müziği dinlemeye.’

Nedim Bey de her konusu olduğunda, “Gerçekten de oldu. Başıma gelen en güzel şey oldu.” diye anlatırmış Cana Hanım ile olan beraberliklerini.

Olağanüstü müzikli geceler

Evlendikten sonra ise gençlik yıllarında uzaktan yaşanan aşkın acısını çıkarırcasına, dostlukların ve sanatın içe içe geçtiği çok keyifli zamanlar yaşamışlar. Sosyal hayatlarını, müzik camiasını ve İstanbul’u soruyorum.

“Dışarı çok çıkmazdık. Çıktığımızda arkadaşlarla önce beraber yemeğe gidilir, sonra Sardunya ya da Şamdan’a gidilirdi. Bir şeyler içer ve dans ederdik. Ama o zaman gerçekten dans edilirdi, yani rock’n roll yapardık. Bazen de Çiçek Pasajı’nın arka sokağındaki meyhanelere gidilirdi.

Ama biz genelde evlerde toplanırdık. Bizim arkadaşların en büyük eğlencesi yemek içmekti. O dönemin en meşhur caz müziği sanatçıları mesela; Erol Pekcan, Selçuk Sun, Oğuz Durukan, Süheyl Denizci…”

“Şu gördüğünüz boy aynasının yerinde bir cam vardı, pencereydi. O camdan içeri buraya davullar girer, kontrbas zaten burada durur devamlı…” diyor piyanonun yanını işaret ederek. “Burada ne müzikler yapıyoruz, anlatamam size… O müzikli geceler olağanüstüydü.”

İstemesini bilmek lazım… Gerçekten istemek ve sevmek…

Bu kadar yoğun bir disiplinle yaşanmış; hem müzisyenliği hem konservatuvar hocalığını hem de evliliği ve anneliği sığdırdığı yaşantısını dinlerken, tüm bunları bir arada yapabilmesinin sırrının yaşam heyecanı ve sanata duyduğu aşk olduğunu hissediyorum. Her şeyi adeta bugün yaşıyormuşçasına canlı bir enerjiyle, gözlerindeki parlaklık hiç değişmeden anlatıyor.

“Bir gün bile çalışmasan parmakların duruyor.” diyor. “Çok büyük bir emek…Öyle bir şey piyanist olmak. Tatile bile klavye ile giderim ben. Bir de bizim gençlik zamanımızda eleştirmenler vardı. En ufak bir hatayı yazarlardı. Onun için aşırı çalışmakla geçti hayatım.”

Onu dinledikçe, son 30-40 yıl içerisinde geçirdiğimiz değişim gözlerimin önünden geçiyor. Peki böylesine değişen şartlarda bu heyecanı ve aşkı nasıl koruyabiliyor?

“Benim deneyimim hep sevgiyle. Çocukları çok sevdiğim için hala o işi çok büyük bir sevgiyle yapıyorum. Öğretmeyi çok sevdiğim için sevgiyle öğretiyorum.
Çalmayı sevdiğim için piyano çalışıp çalabiliyorum. Yemek yapmayı sevdiğim için herkesi ağırlamaktan mutluluk duyuyorum. İstemesini bilmek lazım. Gerçekten istemek ve sevmek. Bunlar size her kapıyı açar.”