GERÇEK OLMAYANI GERÇEK KILMAK

Wes Anderson’ın “The Grand Budapest Hotel”ini ya da “Isle of Dogs”unu, Spielberg’in “Bridge of Spies”ını seviyorsanız; Brie Larson’a Oscar kazandıran “Room”u film arşivinizde ayrı bir yere koyuyorsanız, “Vikings”, “The Tudors” ve “Penny Dreadful”a saatlerinizi ayırdıysanız şimdi size tüm bu yapımların -muhtemelen bilmediğiniz- bir ortak noktasını söyleyelim: Annie Atkins.

Atkins, Galler’den dünyaya açılmış, Hollywood’un en başarılı perde arkası sanatçılarından. Özellikle sinema ve televizyon için yaptığı grafik ve set tasarımları ile adını duyurmuş, bugün geldiği noktada ürünleriyle maharetini yeterince anlatabilen biri. Ancak Atkins’i farklı kılan ve çalıştığı tüm disiplinler içinde asıl uzmanlığı sayılan alan, film setlerinin olmazsa olmazı; mizanseni ve atmosferi oluşturma konusunda yazara, yönetmene ve hatta oyuncuya en büyük desteği sağlayan küçük dokunuşlar; grafik objeler. Yani herhangi bir filmin herhangi bir bir sahnesini izlerken tüm olup bitenlerin arasında, bir aktörün elinde ya da kameranın hemen önünde gördüğümüz mektuplar, bilet koçanları, paketler, kitaplar, pullar, haritalar, pasaportlar… İzlediğimiz görsel dünyanın tamamlayıcısı olan her küçük unsurun tasarımı, Atkins’in yaratıcı dehasının eseri.

Sanatçının PHAIDON’dan çıkan “Fake Love Letters, Forged Telegrams, and Prison Escape Maps: Designing Graphic Props for Filmmaking” (Sahte Aşk Mektupları, Taklit Telgraflar ve Hapishane Kaçış Haritaları: Film Yapımı için Aksesuar Tasarlamak) kitabı, adından da anlaşılacağı üzere, uzak olduğumuz bir dünyanın kapılarını meraklıları için açıyor, Atkins’in şahsına münhasır çalışma biçimine dair bilinmeyenleri anlatıyor.

“The Tudors”un üçüncü sezonunda çalışmaya başlaması, mezuniyet dönemine denk geliyor ve Atkins ozamanki işini, modern zamanlarda kaligrafi yapmak olarak yorumluyor. Grafik sanatçısı ünvanıyla yer aldığı dizi dönemi, ismini ve yaptığı işleri hızla büyütünce Atkins grafik tasarımcılığına terfi ediyor ve “The Tudors”un ardından “Vikings” ile “Penny Dreadful”un başı çektiği dizilerde görev aldıktan sonra televizyona sığmayıp sinemaya adım atıyor. Üstelik bir tasarımcı için cennet sayılabilecek yere; Wes Anderson setlerinin ortasına. Wes Anderson’ın yeri, Atkins için ayrı ve bu hisler karşılıklı olmalı ki, yönetmenin kadrosu ve fragmanıyla şimdiden yılın en iddialı filmlerinden biri olması beklenen “The French Dispatch”de de ikili beraber çalışıyorlar.

Yaptığı işte “görünmez” olmanın önemine değiniyor Atkins; biliyor ki eğer izleyici sahnede onların yaptığı işe odaklanırsa, tasarımcılar işlerini yanlış yapıyorlar demektir. Yaptığı tasarımların tamamının sinema izleyicisi için olmadığının da altını çiziyor. Sonuç olarak setler, hele de Atkins’in çalıştığı Hollywood setleri kalabalık ve karmaşık ortamlar: Ellerinde telsizle koşuşturan insanlar, kablolarla kaplı zeminler… Böyle bir ortamda aktörlerin filmin atmosferinden kopmamaları ve karakterde kalmalarını sağlamanın bir yolu da gerçekçi mizansenler yaratmaktan geçiyor. Atkins bir anlamda, kocaman bir operasyonda işin tutkalı görevini üstleniyor ve biz izleyicilere, unutulmayacak görsel deneyimler sunuyor.

Aktör Jeff Goldblum’dan “Parasite” filminin set tasarımcısı Ha-jun Lee’ye kadar, kısa sürede sektörden birçok ismin övgüsünü toplayan kitap, Atkins’in içinde yer aldığı filmleri yine ve yeniden izlemenizi sağlayacak.