GONCA VUSLATERİ

Sevgili İstanbul,
Canım İstanbul… Güzelim şehrim… En sevdiğimsin sen…

Nedense “değer” dediğin, değerin anlaşılmadığının anımsanmasıyla ölçülür. Yokluk baz alınmadıkça, varlığı da açıklayamazsın. En sahte gülüşün arkasında bile bir mana, bir ölçü, haz, doygunluk, bir şiir ayıklayabilir insan.

Ehlikeyif ve köklü bir şehirsin İstanbul.
Tufeyliler ve miskinler zinhar dilbazın raksına erişemez. Sen bir kalabalık şiirsin, bütün kelimelerin başka kültürlerden göçmüş.

İşte, Alman ve İtalyan ustalığının harika birlikteliği, Haydarpaşa Garı’nın önündeyim. Merdivenlerinde ilk kez oturuyorum. Yaşım 16. Arkadaşlarla tek ‘aksiyonumuzun’ okuldan kaçıp Haydarpaşa’ya gitmek olduğu zamanlar… Gar Meyhanesi’nde uyuyakalmış amcalar çay, simit, peynir yerken usulcacık çekildiğimiz köşede karşı kıyıya konan martıları seyrediyoruz. ‘Melekler Şehri’ (City of Angels, 1999) vizyona yeni girmiş, ben Türkiye’de görevli meleklerin toplandığı yer olarak Haydarpaşa Garı’nı bellemişim zihnimde. Vapur saatini kaçırmayan martı olur mu? Vapur Haydarpaşa’ya yaklaştığında seni bırakıp Beşiktaş İskelesi’ne giden martılar… İki büyük yangın atlattı burası. 2012’de seferler geçici süreyle durduruldu. Dört katı tamamen çökük. En son gecesi kendinden habersiz bir Ankara treni hüznünde birlikteydik. Ankara’ya yatılı trenle gidiyorduk. Meyhanesinde İtalyanlar vardı. Bağırarak konuşup, içkileri havada “şerefe” diyorlardı. Bizim şerefimizden bahsediyorlardı. “Aman efendim” dedik. Bu gar hepimizin. Sizin şerefinize… Bir amca vardı orada, trenle aynı yaşta. “Görevimin son günündeyim” diyordu. İlk kez camdan dışarı bakan gözleriyle, o yürek hoplatan rayların gümbürtüsünde ağzına kadar Türkiye kokan bir vagonu sadelikle kopardı çengelinden. Çıktı bir şeyler raydan sonra zaten. Yalan mı canım, İstanbul?

O merdivenlerden manzaralar

Kuzguncuk’da tarihi bir gün.
Konservatuvarı kazandım. Ah. Ne heyecan. Sen o gün benimleydin ve sırf havanda değildin diye nasıl da üşüyorduk… Sahilden yukarı doğru yürüdük bitmeyen merdivenlerin nefesimizin yettiği bir yerinde arkadaşımla oturuyoruz. “Bak” dedi. “Bülent Emin Yarar burada oturuyormuş.” Heyecan bastı. ‘Çayhane’ daha oynanmamış İstanbul’da. Profesyonel ile gönüllerin fethedilmesine birkaç yıl var. Kuzguncuk merdivenlerinden sana bakıyoruz. ‘Deniz Kızı Eftelya’ şarkısı gibi gece. Açıkhava konserinde yakamoz şakıyor sanki. Bitmeyen sohbetinle sarhoşuz. Evinden çıkıp merdivenlerde birbirlerine şiir okuyanlar… Yeşilçam’da kostüm şefi olan kadının çay demlemesi… Emekli dramaturg kadının ‘Betty Blue’ adında ev yemeklerinden dükkânı… Gürol Ağırbaş’ın orada balkonunda rakısıyla gitarını tarayışı… Belki gür bir Birsen Tezer ile silkelenen İstanbul efendileri…

Cihangir’in beşinci katında sohbetler

Kuzguncuk… Sabahları camiinin orada simit, domates, zeytin, kekik ve zeytinyağı karıştırılıp şeffaf torbalarda, şeffaf insanların midesine inen ve muhtemelen çaysız ikram edilmeyen dostlukların sahili. Birçok şiirin, gözünü bir Amerika gibi Cihangir’e dikmiş genç sanatçı talebesinin kulisidir. Kediler bekçisidir sokaklarının. Bir kediyi bir defa görmediyseniz aynı sokakta tehlike var demektir. Hoşafın yağı kesildi mi keyfin kaçar İstanbul’um bilmez miyim? Kuzguncuk direk, badem yüzlü delikanlılar, ecinni kesilir adalet sağ sağlım geçsin direğin yanından diye. Severim Kuzguncuk’u da. Kalıcı olmadığımız dünyada her turist kul gibi uğrarım arada. Sen orada daha naifsin çünkü. Alttan alırsın beni, bilirim…

Bir şeyler var diyor insan sende. Bu kadar karışık ve bunca birbirine yakın karmaşıklığa rağmen midesi bulanmıyor ve birbirini acıtmıyor semtler, ara sokaklar… Bunca ve onca şeye rağmen!

Bir filin bedeninde yaşar gibi, yavaş ve emin bir adımı atabilmek için yüzyıllara taşan üretimlerden, yenilgilerden, savaşlardan geçiyoruz. En hızlı yüzleşmelerimiz en verimsiz yüzyıl ediyor bizi ama doğanın bir dengesi var! Bunu biliyoruz. Boşuna taşımıyor bu yaralı seni. Her bir tarihi anının silinmesi ve her bir tarih eserinin kuruyup yere düşmesinin ardında kendini olgunlaştıran bir tılsım arıyor insan kendine bu sende.

Bir şehre göre bunlar çok fazla sorumluluklar… Sahi nasıl becerdin? Bu yüzden kaç kez gitmeyi düşündüysem öylesine prova ettim ölmeyi kendime.

Bir şey var çünkü. Cihangir’de, Cihangir caddesinin sonundaki apartmanın 5’inci katında Orhan Veli Kanık’a “gözleri kapalı” dinletecek bir şey var sende. Sahi, o gün ne konuştunuz Orhan Abi ile?

Galatasaray’ın sahaflarında anılar

Sahaf Vahap Usta var mesela. Senin en eski sahaflarından kendisi. En eski sırdaşın. Ben tanıdığımda 19 yaşındaydım ve Vahap Usta artık çok yaşlıydı. Elinde kalan son kitapları satıyordu. Cemal Süreyya, Edip Cansever, Yaşar Kemal, Turgut Uyar ve daha kimler ki onun Galatasaray’daki dükkanına gelmiş, kapısının önünde açık çayla okumuşlardı Avrupa’nın gizli köşelerinde kalmış ressam eskizlerini, notalarını, tarihi hikayelerini… Eyvallah deyip gittikleri dükkâna bahşiş olarak bırakmışlardı ülkelerini. Vahap Usta çok oyuncunun baktığı bir adamdı. Kendi kitabını bastırmak istediğinde, ‘printer’dan çıktı alıp gönlünü yapmışlardı. “Sayfaları birleştirir, okunur hale getirirsen ve bir sonraki sayfasını merak ediyorsan – yayınevine ait kitabın olmasa da olur. Seni herkes okur” derdi. Canıma okurdu bu şeffaflığı. Elimde kitap kalmadığı güne kadar ölmeyeceğim diye son kalan 10 kitabını kendi seçtiği insanlara satıyordu 10-20 liraya. Hak etmek zordu bazen bilgiyi, bildim demeye varmak için az mı tozladık paltomuzu kaldırımda, ustalarda. “Beni zıvanadan çıkarıyor evdekiler, Usta.” “Sen zıvananın kendisisin, deli Goncam.”

Galata’dan kimsesiz hikayeler

Ve kimsesizler yurdundan kaçan bir kalabalığın hikayesini anlatırsın Galata’da. O sahaflar Almanya’dan pikaplar getirir ülkeye. Karaköy’de Hümeyra o pikapların kapaklarına çizim yaparken henüz çok gençtir. O ‘Kördüğüm’ hiç çözülmemiştir daha. Melek Kobra hikayesini çuval çuval bırakacaklardır bir pazartesi günü Burçak Evren ve Gökhan Çuhadar’ın odasına. 25 yaşında veremden ölen bu genç kızın aslında ilk Ayşe Opereti’nin Ayşe’si olduğunu bileceğiz daha sonra. Semiha Berksoy’un, Cahide Sonku’nun genç kızlık hikayeleri, Gülriz Sururi’nin çocukluk anılarında karşımıza çıkacaktır kendileri. Lakin durumu bozuntuya vermeyeceksindir sen İstanbul.

Zaman kalburu işte Samiha Ayverdi’nin dediği gibi işini bilecektir değil mi İstanbul? “Düşene dur demez, kalanı da silkip atar. Dökülen dökülür, kalan kalır…”