TULYA MADRA

28 yaşından beri İstanbul’da yaşamamasına, şehirde yıllardır uzun olmayan aralıklarla sadece kısa kısa süreler geçirmesine ve kendi tabiriyle artık “İstanbul’dan uzak bir İstanbullu” olmasına rağmen kentin en esaslı, efsunlu ve anonim kahramanlarından biri, şüphesiz. Sebeplerini birazdan kendisi anlatacak size, farkında olmadan.

İstanbul’dan uzun soluklu ilk defa 1996’da ayrılması, o yıl New York’a taşınması, 2004’te İstanbul’a tekrar dönmesi, bir yıllık kamp sürecinden sonra Ayyalık’a yerleşmesi, 10 yıllık ve birkaç ciltlik Ayvalık defteri sonrası 2015’te New York’una tekrar kavuşması… “Bu üç coğrafya benim memleketimdir” dese de bu sohbetin başrolü İstanbul’un.

Brooklyn’in Red Hook muhitindeki santimetre atölyesinden İstanbul’a bakıyoruz, tezgahlarından limanlarına, sokaklarına, dününden bugününe… Tulya, vakti zamanında “ana yurdum” dediği şehre artık yabancısı olduğunu gördükçe afalladığını söylerken yaşadığı mahalleler (sırasıyla, Bostancı, Nişantaşı, Bebek, Cihangir, Tünel…) ve sokaklar anılıyor tek tek. “Zaman içinde değiştirdiği tüm bu muhitler şekil ve anlam değiştirdi. Bir zamanlar avucumun içi gibi çok iyi bildiğim şehri artık tanıyamıyorum” cümlesini, sesinde hiç de öyle naftalini ağır nostaljik bit tat olmadan söylüyor. Yeniyi düşünen ve yeni şeyler söyleyen biri; derdi de değişimin kendisiyle değil biçimiyle. “Tüketerek değil, koruyarak değişen bir şehir olmasını düşlerdim İstanbul’un. İyice dönüşüp kaybolmadan önce, içinde hala yakın dostlarım var iken yıllar sonra tekrar ona dönüp, tekrar içinde yaşamak isterim.”

Tulya’nın İstanbul’u detaycı, ipuçları çok zengin ve gizlisini saklısını her şeye rağmen o kadar da kolay teslim etmeyen bir karaktere sahip. Her ziyaretinde, biraz kendi biraz da dostlarının hafızası sayesinde, şehrin yeni gündelik akışına kıyasla yan koridorlarına denk düşen noktalarına farklı saatlerde dalıp sadece görmek istediklerine odaklanarak bıraktığı İstanbul’un izini sürüyor zevkle.

“Her zaman heyecanlandırır” dediği İstanbul köşeleri var hala. Misal: Perşembe Pazarı. “Bir ucundan öbür ucuna, envai çeşit malzeme, alet edevat rafları arasında aklıma gelen fikirler, hayaller, aldığım örnekler eve sığmaz, atölyelere yetişmezdi.” Civarda cirit atmaya devam:

İMC, Çukurcuma, Horhor, Dolapdere, Çağlayan, Kapalıçarşı, Mısır Çarşısı, Tahtakale, Galata, Kadıköy Çarşısı… “Uzun bir süre mobilya tasarımıyla uğraşmamın mutfağı bu mahallelerin ruhu ve malzemesiyle dolu.”

Geometrik düşler, sessiz kıvrımlar
Seramik ile ilk teması, takvimde New York’tan İstanbul’a döndüğü ve Tünel’e “kamp” kurduğu 2004 senesine denk düşüyor. Temasın koordinatları da Nuray Ada’nın Tünel’deki atölyesini gösteriyor. “Komşuyduk o zamanlar. ‘Gel, atölyede takıl. Torna çekmeyi öğreteyim sana’ dedi, tüm kibarlığı ve sakinliğiyle öğretti de.” Tünel’in o altın dönemini Tulya, gündüzlerini elektriksiz ve ayakla çevrilen torna tezgâhında çamur topunu merkezleyebilmenin mutlu sarhoşluğuyla, geceleriyse sokağın diğer köşesindeki Bade’de dans edip sakinleyerek geçiriyor.

Santimetre, her ne kadar İstanbul’dan uzakta, Ayvalık’ta doğan bir marka olsa da genetik kodlarında Tulya’nın İstanbul mahalleleri, sokakları var. Kentin renk hafızası, geometrik düşleri, sessiz kıvrımları, vakur bakışları, suya yazılmış şiirleri ve fısıltıları Santimetre’nin görünmeyen renklerini oluşturdu hep. Perşembe Pazarı’ndan Kadıköy Çarşı’sına, Kasımpaşa’dan Çağlayan’a, Tulya’nın o tezgahlardan topladığı hayaller, geçtiği atölyelerden biriktirdiği acı tatlı bazen de çileden çıkarıcı tecrübeler, İstanbul’da yaşadığı tüm evlerden raflarında ve aklında kalan çanak çömlekler, bugün ortaya tasarımı kopyalanmaya çalışılsa da ruhunun taklit edilemeyeceği bir Santimetre’yi çıkarıyor ortaya.

Nasıl bir amaçla kurduğuna dair cümlelerini virgülüne dokunmadan paylaşmalı, altını çizerek okumalı: “Santimetre’yi kurarken ‘tasarım’ın benim ve birlikte çalıştığım arkadaşlarımın, ilgilendiğimiz bölümü, üretim mecrasına tasarım yöntemlerini perçinleyerek, süreçlerle barışmaktı. Ürün düşünmekle ürün üretmek arasındaki teorik ve pratik bağları tanımak, üretim süreçlerinde İstanbul’da çalıştığımız atölyelerde yaşadığımız tasarımsal kopuklukları iliklemek, tasarım ve üretim yöntemleri arasındaki dostluk alanlarını yenilemekti. Hele, ‘bu iş böyle olmaz’ cevabını duymak zorunda kalmadan, olur mu olmaz mı kendimiz deneyerek görmek en büyük merakımız ve mutluluğumuzdu.”

Senfonik bir ıslık
Santimetre bir porselen markasından çok, bir üretim atölyesi, bir ürün grubu matriksi. Tüketicinin formları ve renkleri birleştirerek kendi tercihlerini, ehil ve rafine bir üretim kalitesinde ürettirebileceği bir üretim altyapısı aynı zamanda. “Benim, Tulya Madra olarak, geçmişten gelen ve gelecekte ne yapacağımı kendim kestiremediğim tasarımcı mesaimin sadece bir parçası” diyor ve markaya neden kendi adını vermediğini tam da bu sebeple açıklıyor: “Bireysel özgürlük alanlarım kısıtlanmasın diye… Santimetre bir deney alanı, kitlesel üretim ve pazarlama süreçlerini küçük ölçekte mimikleyerek , araya duygusal, fiziksel, düşünsel yakınlıkları sokmaya çalışan, arkasına kendi üretim gelirlerinden başka bir destek almadan uluslararası pazarda ıslık çalmayı deneyen bir ekip çabası. Yakında Santimetre’nin kendi başına devam edeceğini görmek istiyorum. Böylece ben de memleketlerim arasında daha serbest dolaşabilir, belki de yeniden ‘ara sıra İstanbullu’ olabilirim.

Ayvalık’tan New York’a taşınan bu senfonik ıslıkla, güne uyanmak, hayatını renklendirmek, dost buluşmalarını anlamlandırmak isteyenlere: @santimetrestudio ve www.santimetre.shop