“İnsanların birbirine selam vermesini ve güleryüzlülüğü özlüyorum.”
Aydın Dorsay, 2010 yılından bu yana Borusan Sanat bünyesinde farklı birimlerde sorumluluklar üstlenmiş ve yakın zamana kadar BİFO, Borusan Quartet, Borusan Müzik Evi Müdürü olarak çalışmalarını sürdürmüş bir müzik insanı. Sanatçılara ve izleyicilere farklı deneyimler yaşatmak hedefiyle Borusan Sanat’ta birçok etkinliğin ve projenin hayata geçmesinde önemli katkıları bulunan Dorsay, 2021 yılında da Borusan Sanat’ın yöneticilik koltuğunu devraldı. Ben de İstanbul doğumlu bir sanat insanı bulmuşken, ona çocukluğunun İstanbul’unu ve şehirde neler değiştiğini sormadan edemedim.
PAPER İstanbul’un hangi semtinde doğdunuz?
Aydın Dorsay Ben eski İstanbulluyum aslında. Yani doğma büyüme buralıyım ve hatta inanır mısınız, Nişantaşı’nda doğdum ve hâlâ Nişantaşı – Topağacı bölgesinde, doğup büyüdüğüm apartmanda yaşıyorum.
P Orhan Pamuk gibi…
AD Evet öyle ama ben ondan bir süre sonra Nişantaşı’na dahil oldum tabii.
P Bu semt geçmişten günümüze nasıl değişti?
AD Seksenli yıllarda çok kar yağdığı bir senede kızakla kaydığımız yerin yerinde şimdi çok katlı binalar mevcut ve millet birbirinin odasının içine bakıyor adeta. Bu tür değişimlere de şahit oluyorsunuz elbette.
P Çocukluğunuzun İstanbul’undan biraz daha bahsedelim mi? O yıllarda İstanbul’da nasıl vakit geçirirdiniz?
AD Nişantaşı’nda büyüdüğüm için belli bir ev yaşamı ve düzen içinde büyümüş olmama rağmen sokaklarda büyüdüm diyebilirim. Mahallede arkadaş grubumuz vardı ve halen mahalleden üç kişi var bu anlamda söyleyebileceğim. Sıcak bir arkadaş grubumuz olduğu için gezmeyle tozmayla da geçmiştir okul ve derslerimden boşta kalan zamanlarım. Tek başıma gezme yaşımdan önce annem veya babamla giderdik. Mesela her pazar Belgrad ya da Kilyos ormanına gidilirdi. Nişantaşı bölgesinde Maçka Parkı’na çıkılırdı. Sonra saraylara gidilir, gezilirdi. Yaşım biraz büyüyüp de arkadaşlarımla gezmeye başladığımda Ulus Parkı’na giderdik, orada arkadaş grubum vardı. Sonra Taksim’e, Gezi Parkı’na -şimdi böyle deniyor ama o zamanlar Taksim’deki park derdik- giderdik. Oyunlar da oynanırdı, bisikletle gezilirdi…
P Peki ya o yıllarda ve ilk gençlik yıllarınızda sizi en çok hangi semt hangi özellikleriyle etkilerdi?
AD Beşiktaş’tan Sarıyer’e uzanan sahil parkuru keyifliydi. Taksim, Cihangir, Ortaköy, Kuruçeşme-Arnavutköy sahil şeridi keyifliydi. Çevrem genellikle bu yakada olduğu için Anadolu Yakası’na pek geçmezdim. Bir de II. Levent yani IV. Levent ve Yeni Levent’in arasındaki bölgeyi severdim. Yeşildi çünkü ve hâlâ yeşildir. Oradaki evler çok katlı değildi ve bahçe içindeydi. Bu nedenle güzeldi. Arkadaşlarımız da vardı tabii o yüzden o bölgelere çok gider ve severdim. Ben okuduğum okul dolayısıyla da daha çok Avrupa Yakası’nda vakit geçiriyordum. Anadolu Yakası çocuğu olmadım hiç.
P Bugünün İstanbul’unda bu semt şimdi hangisi?
AD Şu ya da bu semt beni mutlu ediyor demeyeyim ama doğup, büyüdüğüm ve yaşadığım için Nişantaşı ve Taksim’i hep iyisiyle kötüsüyle sayarım. İlginç olan, yaşım ilerledikçe artık Anadolu Yakası daha iyi geliyor bana. Az da geçsem o tarafın yeşili ve sakinliği etkiliyor. Ama Balat da hâlâ keyiflidir mesela. Tabi sadece Balat kısmı, Eminönü’ne gelince yine bir kaos başlıyor. Eminönü ayrı bir deneyim zaten, eğlenceli bir deneyim ama uzun süre o kaosu tercih edemiyorum.
P Gençliğinizin İstanbul’u ile bugünün İstanbul’u arasında neler değişti sizce?
AD Bir kere daha kalabalıklaştı. Dış göçün de etkisiyle semt sakinlerinin profili de zaman içinde değişim göstermeye başladı. Özellikle belli bir yaş üstü bölge sakinlerinin bir kısmı başka yerlere taşındı ve hatta ülke bile değiştirenler oldu. Belirttiğim gibi en büyük değişiklik, en büyük sıkıntı semtin kalabalıklaşması. Yeni binaların, yüksek yapıların da semt yaşamına dahil olması da bunda çok büyük etmen. Hatta oturduğum evin arkasında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin bir yerleşkesi bulunuyordu. Ben de orada yüksek lisans yapmıştım. Şimdi onun yerinde dört tane on küsur katlı yüksek bina var.
P Evinizin pencere manzarasının değişmesi çok enteresan olsa gerek…
AD Tabii, daha önce üniversite öğrencilerini görürken şimdiki manzara başka birilerinin balkonundaki havuz oluyor. O da aynı şekilde havuz manzarasından benim yatak odamı görüyor.
P Kalabalığın artmasından hepimiz zaman zaman şikâyetçi olsak da diğer yandan da farklı kültürlerle birleşiyor olmak besleyici oluyor mudur acaba?
AD Şehir planlamacılığı istenilen düzeyde olmayınca bu dediğiniz olgu da gerektiği gibi hissedilmiyor. Ben sokaklarda gezen, yürüyen, insanları anlamaya çalışan biriyim. Ama Nişantaşı özelinde konuşacak olursak, insanla birlikte araçlar, motorlar, kaldırımların işgal edilmesiyle oluşan alansızlık bunun yanında ana dili birbiriyle örtüşmeyen insanların çalışma hayatına girişi vesaire düşünüldüğünde stresi yüksek bir deneyime dönüşüyor sokaklar. Şehir planlaması yapılmış ve tabii insanlar birbirine saygılı olduğunda kalabalıklar keyifli bir gözleme dönüşür ve hatta dediğiniz gibi besler insanı ama İstanbul genelinde bu olmadığı için tabii ki yine besleniyorsunuz ama bu beslenme negatife dönüşebiliyor.
P Almanların dediği gibi “Geraushe” yani gürültünün müziğe dönüşmesi böyle bir şey oluyor mu diye düşündüm ama…
AD Evet, ben şehir kalabalığında büyüdüğüm için kalabalıkları severim. Mesela sayfiye yerleri ya da sakin yerlerde bir hafta geçirdim mi bana hareket enerjisi düşük gelmeye başlar şu anki yaşam düzenimde. Ama tabii bu plansızlığın getirmiş olduğu gürültü de yorucu bir durum. Sakin bir yere gittiğinizde bu yorgunluğu daha net anlıyorsunuz.
P Okul yıllarınıza dönersek, o yıllarda müzikle ilişkiniz nasıldı?
AD Yıldız Teknik’te önce fotoğrafçılık ön lisans eğitimi aldım. Ondan sonra Bilkent’te Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okudum. Oradan mezun oldum. İstanbul dışında bir okul deneyimim de olmuş oldu. Ardından da evime çok yakın olan Marmara İletişim Fakültesi’nde Radyo Televizyon Yüksek Lisans’ını tamamladım. Aslında farklı bir eğitimden geliyorum yani ama annem ve babam çok müzik dinleyen iki insandı, bu yüzden müzikle iç içe büyüdüm. Müzik dinleme alışkanlığım onlardan geliyor. Klasik müzik ilgim de dedemden geliyor hatta. Çalmayı da denedim bir dönem ama çok yetenekli olduğumu düşünmediğim için iyi bir dinleyici olarak kalmayı seçtim. Eskiden onlar beni konserlere götürüyorlardı, şimdi ben onları götürüyorum.
P Şimdiyse müzik dünyası içindesiniz. İstanbul’un sizin okul yıllarınızdaki müzik sahnesiyle bugünü arasında ne gibi değişiklikler gözlemliyorsunuz?
AD Ben 17 yaşımdan itibaren mekanlara da gidiyordum. Farklı müzik gruplarını hem mekanlarda hem de açık hava festivallerinde takip ediyordum. O yıllarla bu yılları kıyasladığımda günümüzde festivaller hala var ama aslında sayıları azaldı. Bir de rock bar türevi mekanlar çok azaldı. Dolayısıyla da özellikle Avrupa Yakası’nda eskiden birçok müziğe ulaşabilen müzikseverler artık bu tadı bulamadıklarından yakınıyorlar. Bir de orada müzik üzerine sohbetler oluyordu, farklı tanışıklıklar gelişiyordu. Şimdi böyle rahat ortamlar ve kapasitesi daha alternatif mekanlar için resmen yurt dışına çıkmanız gerekiyor.
P Canlı müzik dinleyicisinin profili okul yıllarınızdan bu yana ne şekilde değişti sizce?
AD Doğruyu söylemek gerekirse eskiden müziğe ulaşım çok daha önem verilen bir durumdu ve hayranseverler olarak tanımlayabileceğim kitle sipariş üstüne getirilen grupları muhakkak takip ediyordu. Şimdiyse müzikle ilgilenmeyip, sadece orada olduğunu göstermek isteyen bir kitle görüyorum. Bazen bu oran dengelenmezse bir yere müzik dinlemeye gittiğinizde rahatsız olabiliyorsunuz. O iki kitlenin dengelenmesi gerektiğini düşünüyorum.
P Biraz daha nostalji… Eski İstanbul’a dair şimdilerde olmayan, çok özlediğiniz bir şeyler var mı?
AD İnsan yeşil alanları özlüyor tabii. Daha fazla park olduğundan değildi bu alanlar daha az apartman vardı. Bu nedenle bu boş alanların fazlalığını özlüyor insan. İstanbul hep kalabalık olsa da sakin bir kalabalık vardı, kalabalığı sakindi ve bunu özlüyor insan. Saygı vardı çokça, özlüyor insan bunu da. İnsanlar genel anlamda gülümsemeyi unutmuş. Tekrar etmiş gibi olacağım ama düzen olmadıkça kalabalıklar insanı yoruyor. Yorulunca da insan yaptığı işten de soğuyabiliyor. Bu nedenle o eski düzen ve eski sakinliği özlüyorsunuz ister istemez. Dediğim gibi çok fazla insan ve araç var. Toplu taşımanın da tüm kenti kapsaması çok değerli. Parkların, yeşil alanların düşünülerek kentin inşa edilmesi lazım. İnsanların 15 dakika dahi olsa gidebileceği, kentin gürültüsünden uzak yerlerin olması lazım. Bir de en çok insanların birbirine selam vermesini ve güleryüzlülüğü özlüyorum.
P Toplu taşıma demişken, bisikletli sayısının da yüzdeye vurulduğunda sayısı fazlaydı değil mi?
AD Yayaya ve motorsuz taşıta saygıyla da alakalı bir durum bu. İnsanların birbirine olan saygısının daha gözle görülür olması bizim de örneğin işyerimizin bulunduğu bölge olan Taksim-Tünel’de yürüme isteğimizi olumlu yönde etkiler. Düşünün yolda yürüyorsunuz ama o kadar çok şeye dikkat etmeniz gerekiyor ki; insana, araca, yoldaki çukura, girintiye çıkıntıya, sökülmüş kaldırım taşlarına, kafanıza bir şey düşmesin diye bina inşaatlarına… Ayrıca kentin birçok yerinde kaldırımların araçlar tarafından işgal edilmiş olması keza yaya yollarının araç park alanı olarak kullanılması da yürüyüş keyfinizi kaçıracak nitelikte olgular
P Günlük hayatınızda İstanbul’la bağlantılı ritüelleriniz, olmazsa olmazlarınız var mıdır?
AD Trafikte yarım günü köprüde geçirmek de günlük bir ritüel sayılıyor mu acaba? (Gülüyor.)
P Son olarak, size göre İstanbul’un korunmayı başarmış semtleri hangileri?
AD Sanki Levent, Koşuyolu gibi semtleri saymak mümkün. Mesela Kanyon’un karşısına bir cami yapılıyor şu sıralarda. Onun tam arka tarafında kalan yeşil alan hâlâ yeşilliğini koruyor. Umarım evleriyle beraber de böyle kalır. Oralar II. ve III. Levent oluyor. Yani bölge bölge, öbek öbek kalmış yerler var ama o kalan nispeten korunmuş yerlerin de etrafları modern yapı adı altında betona mahkûm ediliyor. Dediğim gibi tuhaf bir planlama var; mimariden tutun kaldırım taşlarına kadar her şey birdenbire değişebiliyor. Bir de Balat’ın arka sokakları hala aynı. Umarım oralar da değişmez.