TANJU KALAYCIOĞLU
İstanbul’un benden önceki hallerini yaşamış insanları dinlemeyi severim. Mesela neşeyle denize girenleri zihnimde canlandırmak bir masal hissi verir. Aklım almakta zorlanır bir zamanlar köprünün olmayışını. Aile üyelerinin isimleri sokaklara verilmiş biriyle konuşmak da ilginçtir. Aracıdır sanki, farkettirir bazı şeylerin üzerinden aslında o kadar da çok geçmediğini. Bu düşünceler zihnimizde dolaşırken yeni bir İstanbul masalı dinlemek üzere yola koyuluyoruz. İstikamet Türkiye’nin uluslararası alanda tanınan önemli tekne tasarımcısı Osman Tanju Kalaycıoğlu’yla buluşmak üzere Tuzla’yı gösteriyor. Arama motoruna ismini yazdığınızda markası Taka Yacht Design da çıkıyor karşınıza, ünlü aktör Johnny Depp veya Flavio Briatore gibi isimlerin teknelerine imza attığı da. Gelin aile köklerinden güç alan bu hikayeyi birlikte dinleyelim.Fotoğraflar Nazlı Erdemirel
MAAİLE SUADİYE’DE
PAPER Çocukluğunuzun Suadiye’de geçtiğini biliyorum. Bize çocukluk hatıralarınızdaki Suadiye’den bahseder misiniz? Yaşantınız nasıldı?
Tanju Kalaycıoğlu Aslında Topağacı’nda büyüdüm, 1999’a kadar orada yaşadım. Suadiye’deki ev önce yazlığımızdı. Atatürk’ün yaveri Salih Bozok’un eviymiş, 1936’da dedem satın almış. Büyük bir bahçesi olan denize sıfır bir evdi. Üst katında altı tane yatak odası vardı. Orada birkaç aile birleşirdik. Babamın babasını pek göremedim,onu bir trafik kazasında kaybetmişiz. Babannem ve amcamsa bu evde sık sık bizimle olurdu. Onların asıl evi de çok güzeldi, Şişli’nin en gösterişli apartmanı Şişli Palas. Atatürk’ün Şişli’deki evinden birkaç blok yandadır. Halam, eniştem ve iki çocukları, üç çocuklarıyla annem ve babam, çalışanlar, bahçıvan derken maaile komün hayatı yaşardık. 1973’ten önce köprü yoktu. Kamyonete şilteler yüklenirdi, Kabataş’tan arabalı vapur sırasına girilir, Suadiye’ye taşınılırdı. O kalabalık çok hoşuma giderdi.
P Dönemin Suadiye’sindeki denizle ilişkiyi anlatır mısınız?
TK Ben daha annemin karnındayken balığa çıkarmışız babamla. Istakoz sepetleri varmış; denize atılırmış, ardından kerterizle bulunurmuş. Şu üç noktanın kesişim noktasında benim sepetlerim diyorsunuz ve kanca sarkıtıp alıyorsunuz. Ayrıca evimizin yanında denizde biten bir toprak yol vardı. Yazın Karadenizli çocuklar gelir yolun dibinde baraka yaparlardı. Bizim bahçeden su taşırlardı. İleriki yıllarda babam aydınlatma için kablo da çekti onlara. Baba tarafım Trabzonlu, Karadenizlilikten bir yakınlık hissedildi. Onlar insanlara küçük kayık kiralarlardı. Hatta tonoz da atarlardı, bir nevi tekne park işletirlerdi. Her yaz sezonu iki üç defa lodos fırtınası patlardı ve tonozdaki tekneleri yanımızdaki toprak yola dizerdi. Sonra mahalleli gece geç saatlare kadar geri denize çekmeye uğraşırdı. “Yat” kelimesi henüz yok tabii. Yelkenlilere “kotra”, motorlu ve biraz süratli teknelereyse “Chris Craft” denirdi; Amerikan tekne markası ama Uhu gibi işte. Yüzme konusunda, apartmanlar çoğaldıkça kanalizasyon sistemi de olmadığından biraz daha ileriden denize girmeye başladık. Suadiye sığlıktı, bahsettiğim yerlerin yarısı yolun altında şimdi. Dalan’ın sahil yoluyla birlikte anlattığım hayat bitti, deniz kirlendi.
TEKNEYLE ADALAR RUTİNİ
P Suadiye kirlenince Adalar’a gidiliyor sanırım. Bu arada babanız da Suadiye Yelken Kulübü’nün kurucularından…
TK Evet. Teknemiz vardı. Doluşur, pazarcı kayığı gibi giderdik. (Gülüyor.) Önce Kaşık Adası ve ilk denize girilirdi. Duruma göre Çamlimanı’nda demirlenir sandviç yenirdi. Belki Büyükada’ya gidilirdi, keyfimiz varsa çıkılır bir dondurma alınırdı. Hava poyraza dönüp biraz sertleşince Dragosa’ inilir oradan denize girilirdi. Babam 1971’de dostları ve yelkenci abileriyle kurdu kulübü, Suadiye Yat Kulübü dediler o zaman. Dokuz veya 10 yaşındaydım, bir tane kontrplaktan optimist ısmarlamış babam. Çam ağacından direği, kalın branda pamuklu kumaştan yelkeni, pamuklu ipleri… Sonra Almanya’dan bir ıskota takımı getirmişti bana, daha çağdaş bir şey. Suadiye kulübümüzün şu an ismi var cismi yok. Ben de Tuzla’da dostlarımla Tuzla Yelken ve Su Sporları Kulübü’nü kurdum. Babası ve oğlu yelken kulübü kuran başka aile bilmiyorum.
MİM KEMAL ÖKE VE HÜSREV GEREDE
P Nişantaşı’nda iki caddenin adı anne tarafınızdan iki kişiye aitmiş. Hikâyelerini paylaşır mısınız?
TK Anneannemin babası Mim Kemal Öke. Asker hekim. Atatürk’le macerası Libya’da başlıyor, Libya Savaşı’nda görev yapıyor. Duyduklarımdan şunları biliyorum; o zaman savaşlarda elleri dezenfekte imkânı yok, ameliyatlar arasında ellerini bir şeylere batırırlarmış ama sağlıklı değil, lastik eldiven falan da yok. İleride parmakları çürümeye başlamış. Mim Kemal Öke kestirirmiş parmaklarını mecburen. En sonuncusunda meşhur öğrencilerinden Halit Ziya Konuralp’a, “Kes ama bu kez uyutun.” demiş. O anesteziden uyanamamış… Valikonağı Caddesi’nde güzel bir apartmanları vardı, anneannemle dedem İstanbul’a geldiklerinde orada kalırlarmış. İsviçre’de görev yapıyormuş dedem. Orta okulda Hamburg’a yatılı okula bırakılmış. Birinci Dünya Savaşı öncesi Bremen ya da Hamburg’ta bir denizaltımızın teslim alınma töreninde fotoğrafı vardı Türk bayrağıyla. Hüsrev Gerede ise annemin babasının ailesinin bir damadı. Eşi, dedemin kuzeni oluyor. Erzurum Kongresi’nde Atatürk’ün nadir dostlarındanmış. Evlerini hatırlarım, Tokyo büyükelçisi olduğu için katanalar, japon kılıçları vardı hep.
P Topağacı günlerinizden aklınıza neler geliyor?
TK Bizim bir “Küçük Adam”ımız vardı. Topağacı’ndan Teşvikiye Karakolu’na çıkan yolda ufak bir kırtasiye. Doğan Kardeş dergisi alırdım oradan muhakkak. Yapı Kredi Bankası Kurucusu’nun vefat eden oğluna ithaf ettiği bir dergidir. Doğan’ın kardeşi olan Karaca Taşkent’le yıllar sonra yelkencilik vasıtasıyla tanıştım. Hâlâ dostumuzdur Karaca Bey. Bir de söylemeden geçmek istemem; Maçka İlkokulu’nda okuduk biz. Aileden şanslıyız ama öğretmen ve baş öğretmenler de piyangoydu. Yabancı dille eğitim yapan okullara, mesela Robert Kolej’e girmemizin en önemli sebeplerinden biri o öğretmenlerdi, devlet öğretmenleri.
AHŞAP TUTKUSU
P Üniversiteyi İngiltere’de Ship Science bölümünde okudunuz ama burada çalışmayı seçtiniz. İstanbul’da olup orada olmayan neydi?
TK Başta aile sevgisi. O çemberden pek çıkmak istemedim. Baba evine geldim kaldım, kendime yeni ev de açmadım ve bir işe başladım. Ayrıca İngiltere 80’lerin başında sanayisini ciddi şekilde küçülten bir yerdi. Bilhassa Madame Thatcher politikalarıyla madenler, otomobil fabrikaları, çelik fabrikaları, tersaneler her yer kapatılıyordu ve sürekli grevler vardı. İngiltere kendi işçilik maliyetleriyle gelecek göremiyordu. Elbette kıyaslamak gerekirse İstanbul’un doğasının bir ikincisi yok. Londra ya da Paris’te de nehirler var ama su bizdeki gibi bakılası değil. Metropollerden suyla bağlantılı bir yaşam düşünüyorum, bize en çok Sydney benziyor.
P İşinizde klasik tarzı, ahşap malzemeyi ve elle çizimi benimsiyorsunuz. Ofisiniz de benzer. Peki eviniz nasıl?
TK İşimde klasiklerimin hiçbiri antika tekneler ya da replika tekneler değil, tamamen özgün tasarımlar. Ahşap yapıları çok çağdaş. Ahşabın iyi taraflarını kullanıyoruz, kötü taraflarını da zarar vermeyecek duruma getiriyoruz. Evimin mimarları meşhur Altuğ ve Behruz ve Altuğ Çinici çifti. Evin sahibi de Kemal Kurdaş’tı. Hem mimarları hem sahibi Ağa Han Ödülü sahibi. Kemal Hoca ODTÜ’nün rektörüyken öğrencilerle bir ağaçlandırma çalışması yapmış. Yıllar sonra ağaçlandırdığı tepede yaşayan hayvanlar üzerine kitap yazılmış. Böylece almış ödülü. Behruz Bey de Meclis Mescidi’ni çizdiği için ödül almış. Benim evim Tuzla’da Kemal Hoca’nın yazlık eviymiş. Aşırı titiz bir adamım ama ilk baktığım evdi ve aldım. İki katlı, basit bir ev görünürde fakat bir mimar bir şeyleri düşünmüş, hesaplamış hissedebiliyorum. Evime ve ofisime pek klasik diyemem ama ahşabın olabildiğince iyi işçilikle, mümkünse masif olarak uygulanması örneği diyebilirim.
“HÂLÂ KEŞFEDECEK YERLER VAR”
P Son olarak İstanbul’da “kaçış noktam” diyebileceğiniz, biraz dinlenmek veya ilham almak için uğradığınız başka semtler var mı?
TK Mısır Çarşısı’nı ve Cağlaoğlu yokuşunu severim. Peninsula Hotel’e limuzin tender çiziyoruz. Otelin yöneticilerine bizim teknelerimizden biriyle Boğaz turu yaptırdık ve Haliç’e de girdik. Nostaljik hissettim. Askerliğim Taşkızak Tersanesi’ndeydi, hüzünlendim. Fatih Sultan Mehmet şehri aldıktan sonra Kasımpaşa’dan Perşembe Pazarı’na kadar donanmaya ayırmış bölgeyi: Taşkızak Tersanesi, Hasköy Tersanesi, Camialtı Tersanesi ve Haliç Tersanesi. Şimdi sadece Haliç biraz faal… Halamın eşi, Sinangil Unları’nın sahibi Sinan Sinangil, Polonezköy’de İsviçre chalet’si tarzı bir ev yapmıştı zamanında. Konya’daki atlarını da oraya getirmişti. Yıllarca gittik ve yeşillik açısından çok hoştu. Polonezköy’den de Riva’ya geçerdik. Felsefi sohbetler ettiğimiz bir Abbas Bey vardı, Mısır hidivlerinin torunlarından. Sokakta görseniz bahşiş vermeye kalkabilirdiniz fakat aristokrat aksanıyla İngilizce konuşurdu, Londra’da özel hocalardan dersler almış. Abisi Halim Bey ise İstanbul Yelken Kulübü’nün kurucularından Harun Ülman’a tekneler çizdirmiş, inşa ettirmiş, şahaneydi. Şimdi Riva villa doldu ve bu zorluyor beni. Suadiye de aynı şekilde… Aslında İstanbul’da hâlâ keşfedebileceğim yerler olduğunu biliyorum ama adım atmıyorum. Çoğumuz böyle değil miyiz?