HÜSEYİN AKSOY – Meraklı Bir Nehir
Pencerelerinden ahşap zeminine, huzur veren öğlen güneşinin vurduğu bir salondayız. Duvarlarda toprak tonlarıyla kağıda inşa edilmiş, alışılmadık ama biraz da tanıdık şehirler var. Kapıyı aydınlık bir gülümsemeyle açan Hüseyin Aksoy’un atölyesinde, harabelerin büyüsünden, tembelliğin doğurduğu keşiflerden, çocukluktan süregelen meraklardan ve bizi her seferinde farklı yerlere götüren nehirlerden konuşacağız…Fotoğraf Nazlı Erdemirel
Son sergisi “Kuşların Uğrak Yerleri”nde bir tesadüf eseri karşılaştığı eski bir fotoğrafın izini süren Hüseyin Aksoy; 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başında ömrünü evinden kilometrelerce uzaktaki Mezopotamya’da geçirerek araştırmalar yapan İngiliz yazar, seyyah ve arkeolog Gertrude Bell’in peşinden gidiyor. Bell’in ayak izlerini takip ederek kendi doğup büyüdüğü bu coğrafyaya kök salmış varlığını anlamlandırmaya ve hatta yıkıcı bir tutkunun zedelediği bu toprakları iyileştirmeye çalışıyor. Galeride gördüğüm işlerde üzerine parmak basmakta zorlandığım derin ve oldukça meraklı bir tavır var. Mezopotamya topraklarında yüzyıllar önce inşa edilmiş ve bazıları halen varlıklarını sürdüren büstler, bütünlerinden koparılmış öksüz kalmış duvarlar, havada süzülen heykeller… Hüseyin, geçmiş ve günümüzdeki yapıların birbirine sentezlenmiş bu tasvirlerini yörenin toprak çeşitlerinden oluşan pigment boya karışımı ve Alman ceviz boyası ile oluşturulmuş. Bu malzeme 2022’deki sergide ilgi odağı haline gelmiş. Bir arkadaşının hediyesi olarak tanıştığı ve daha sonra sonsuz merakının peşinden giderek denemeler yaptığı boyadan bahsederken sık sık altını çizdiği bir detay var, “Alışılmadık bir malzeme oluşu sebebiyle serginin mesajının önüne geçmiş gibi hissettim. Alman Ceviz boyası sadece araçsal bir malzemeydi benim için. Halen de öyle.”
“Kafalarımız, fikirlerimiz rahatça yer değiştirebilsin diye yuvarlaktır.”
Hüseyin ile sohbet etmenin en keyifli taraflarından biri nerede başlayıp nereye gittiğini tam takip edemediğiniz ancak her dönülen köşede sizi hayrete düşüren ve ilginizi her daim canlı tutan düşünce akışı. “Francis Picabia’nın ‘Kafalarımız, fikirlerimiz rahatça yer değiştirebilsin diye yuvarlaktır.’ cümlesinin doğruluğuna çok inanıyorum. Benim de düşüncelerim, kullandığım malzemeler, ilgi duyduğum olaylar, merak ettiğim izler hiç durmadan evriliyor ve değişiyor.” diyor. Hüseyin uzun süredir harabeler üzerine düşünüyor, bir şey varken onun yıkılması ve tahrip edilmesi, bir harabeye dönüşüyor olması, bu harabenin kendi içinde bir alıntısının olması. Hepimizin aklına gelen ‘Acaba buralarda kimler yaşıyordu? Nasıl hayatları vardı?’ soruları. Tüm bunları düşünürken arkeoloji ve mimarlık alanlarında araştırmalar yapıyor. Medeniyet ve uygarlık kelimelerinin nasıl da zaman içerisinde aynıymış gibi kullanıldığını fark ediyor. Her iki kelimenin de kentle yakından ilişkilendirilme nedenini kurcalıyor. Kalamış’ın sessiz sokaklarından birine bakan, pervazlarına güvercinlerin konduğu salonunun duvarlarına asılı beyaz kağıtların üzerinde Hüseyin’in lekelerle inşa ettiği şehirler yükseliyor. Bu şehirlere harabelerden, hali hazırdakilerden ve henüz inşa edilmemişlerden parçalar gizliyor. İşlerinden bahsederken “karıştırdım” değil “birbirleriyle buluşturdum” demeyi tercih ediyor. ‘Ölü’ damgası vurulan şehirleri geziyor. “Yüzyıllardır insanların farklı coğrafyalarda uygarlıklar kurma hayalleri ve bunu gerçekleştirme şekilleri beni büyülüyor. Kenti tasarlayan insanların aynı zamanda kent sakinlerinin hayatlarına da yön vermesi fikri beni heyecanlandırıyor. Birbiri üzerine kurulan medeniyetlerden kalan harabelerin üst üste okunabilmesi müthiş bir şey. İnsanların inşa ederek gökyüzüne yakın olma ihtiyacını merak ediyorum. Tanrıya ulaşma hayaliyle örülmeye başlayan Babil Kulesi’nin çöküşünü, topraktan uzaklaştıkça kendimize yabancılaşmamıza benzetiyorum. Toprakla olan ilişkiyi hissetmediğimiz zaman ölümlü bir varlık olduğumuz da aklımızdan çıkıyor.” diyor ve ardından dedesiyle yaptığı bir sohbeti hatırlıyor. “Mardin’de evlerimizin neden tek katlı olduğunu ve evde yalın ayak yüründüğünü sormuştum. O da bana ayağımız toprağa temas ettikçe topraktan geldiğimizi biliriz ve ölümlü bir varlık olduğumuzu hatırlarız demişti.” diye ekliyor.
Üzerlik
Hatırlamaktan ve hatıralardan bahsederken başka bir köşeyi dönüyoruz. “Ben olayları unutmuyorum. Eşyaları da atmakta zorlanıyorum. Sanırım bu annemden gelen bir özellik.” diyor. Annelerimizin ve anneannelerimizin yırtık kıyafetleri atmayıp yama yapması, küçük geleni bir sonraki çocuğa giydirmesi, düğmeleri lazım olacakları zaman için saklaması. Kısacası bizim kuşağın aşina olduğu bu doğal “ileri dönüşümler” de Hüseyin’in zaman zaman izini sürdüğü hikayelerden. Küçükken duvarda asılı olduğunu anımsadığı ev şeklinde bir duvar süsünün izine seneler sonra harabeleri araştırırken rastlaması ve onu takip etmesi, bu yüzden şaşırtıcı değil. Bizim üzerlik otu olarak bildiğimiz bitkinin sadece mezarlıklar ve harabelerin etrafında yetiştiğini fark ediyor. Fosfora ihtiyaç duyan bu bitkinin insanların gömüldüğü yerlerde yeşerdiğini, sona eren yaşamın nazara karşı kullanılan bir bitkiye hayat verdiğini ve aynı bitkinin doğduğu coğrafyada kumaşlara boncuklarla bağlanılarak ev şeklinde örülmesi ve evlere asıldığını heyecanla anlatıyor. “Bu birbirine eklenen hikayeyi keşfederken ‘Kendi sanat üretimimi de üzerlik otuyla bağdaştırabilir miyim?’ diye sormaya başladım. Günün sonunda ölü olan fosil, içindeki fosforla yepyeni bir şeyi doğuruyor. Benim kağıtlarımın üzerinde de harabelerden yeni şehirler yükseliyor.”diyor. Cümleleri benim zihnimde Rilke’nin “The Dark Interval” kitabındaki mektuplarla birleşiyor. Ölümün de yaşam kadar gerçek, ayın karanlık ama tamamlayıcı yüzü olduğuna dair satırlarla.
Su ile Kağıt Arasında Bir Diyalog
“Peki tam olarak nerede başlıyor bu inşa?” sorusuna cevap verirken Hüseyin’in cümleleri adeta uzun bir nehrin akışına teslim olan yapraklar gibi. “Başlangıç noktası suyla seyrelttiğim toz pigmentlerle oluşturduğum izler. Beyaz bir kağıda tek bir noktayla iz bırakıyorsun; devam edersen lekeye, daha sonra da esere dönüşüyor. Hepimiz günün sonunda bir şey yaparak iz bırakmaya çalışıyoruz. Yürürken de evde yaşarken de bir sanat yaparken de aynı his. Neden? Ölümsüz olma arzusundan mı? Sen öldükten sonra kalan bir izin devamlılığı olsun diye mi? Ben hala buralardayım deme ihtiyacı mı?’ bu soruları sormaya başlıyorum. Başladığım zaman da bir kare tasarlayıp şehrin devamını getiriyorum. Suyla kağıt arasında bir diyalog kurmak istiyorum. Sezgisel olarak elimde ve aklımda ne varsa onu kullanıyorum.” diyerek açıklıyor bu süreci. Merakla tembelliği birbirlerine yakın bulduğundan dem vuruyor. “Çok boş oturursan sıkılırsın ve bir şey yapmak istersin. Tembellik arzusu bizi bir şey yapmaya iter. Sıkılmamıza asla izin vermeyen bu yeni düzenin içerisinde ben durmaya ve sıkılmaya vakit yaratıyorum. Belki de bu nedenle merak ediyorum, araştırmaya zaman ayırıp keşfediyor ve sonrasında da üretebiliyorum.”