Sırça

Sanatsal ifade için biçilmiş kaftan olan cam, şeffaf görünümünün arkasında uzun bir üretim yolculuğu gizliyor. Dünyaya 200’den fazla cam obje bırakan İtalyan mimar Ettore Sottsass’ı bile sanatçı ve tasarımcı kimliği arasında sıkıştıran cam bizlere neler yaptırmaz. Kimbilir belki de cam, onun sırrını çözmeyi başaran ustaların elinde bir sanat eserine dönüşüyordur.

Cam; şeffaflığı, ışık geçirgenliği, yalıtkanlığı ve geri dönüşüm özelliği ile yaşam alanlarımızda büyük yer kaplıyor.  Camın ilklerine baktığımda, ilk gerçek camın Suriye, Mezopotamya ve Mısır’da yapıldığını öğreniyorum. İlk obje Antik Mısır boncuklarının yapımı iken bugün sofra eşyasından vazolara ve aydınlatma araçlarına, mücevherlerden endüstriyel ve inşaat malzemelerine kadar çeşitli nesnelerin yapımında kullanılan cam, kırılgan ama dayanıklı bir malzeme. Kum, soda ve kireç bileşenlerinden oluşan cam, soda veya potas katılmış silisli kumun ateşte eritilmesiyle oluşan saydam veya yarısaydam halde kullanılabilen bir malzeme. Isıtıldıkça akıcılık kazanan ve soğutulduğunda  sertleşen ve kırılganlaşan bu maddeye tarih boyunca  şekil vermek için çok uğraşılmış ve birçok şekillendirme teknikleri geliştirilmiş. Nasıl bal da bir sıvı olmasına rağmen bir kaptan boşalması su ya da diğer pek çok akışkana göre daha uzun sürüyorsa cam da böyle işte…

OSMANLI’DA CAM

Türk camcılığı ile ilgili en eski belgeler 16. yüzyıla dayanıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun en üst düzeyde ‘Ehl-i hiref’ adıyla tanınan ve Topkapı Sarayı’na bağlı olarak çalışan özel bir sanat erbabı kadrosu olması, bu özel kadro arasında cam ustalarına ‘Camgeran’ denmesi benim en çok ilgimi çeken nokta oldu. Vitraylar, oyma, kesme ve kalıplama teknikleriyle yapılan cam kaplar cam işinin Osmanlı’da başlı başına bir sanayi ve sanat halini aldığını kanıtlıyor. Bu dönemde merkez İstanbul idi. Süleymaniye Cami’nin yapımı sırasına ait ve cam ustalarının yaptığı işlere ilişkin belgeler bu dönemlerde yapılan üretimleri ifade ediyor. 18. yüzyıl sonlarında Çubuklu’da kurulan imalathaneler ile atölyeler yeniden düzenlenmiş. Türk camcılık tarihinin en önemli izlerini taşıyan, bu döneme ait Beykoz işi cam olan “çeşm-i bülbül” gerek form gerek desen olarak incelendiğinde geleneksel Osmanlı biçimlerinde yapılmış ve Osmanlı üslubuna uygun.

Cam ile ilgili akla gelen ilk merkez İstanbul Riva’da bulunan Cam Ocağı. Bünyesinde çağdaş cam sanatından örneklerin bulunan Cam Ocağı, insanların cama dokunmasına ve camı sevmesine aracı olurken pek çok önemli sanatçıya atölye olmuş, başarılı işlerin yaratılmasına vesile olmuş. Eskişehir’de yer alan Türkiye’nin ilk cam sanatları müzesi Çağdaş Cam Sanatları Müzesi, cam sanatçılarının eserlerini sergilemek üzere 2007 yılında açılmış görülmesi gereken yerlerden biri.

CAMDAN ADA

Roma’da cam pencerelerin yapılmaya başlaması ile camcılık Trakya, Almanya, İspanya ve İngiltere’ye ulaşmış. Ancak cam sanatının gelişmesinde en önemli merkez, Venedik ve Murano olmuş. Venedik usulü cam üretimi 15. ve 16. yüzyılda tüm Avrupa’ya, özellikle Almanya’ya yayılmış.  

Venedik Sarayı, yangın endişesi ile cam üretimi için gerekli olan yüksek sıcaklıklı fırınların şehirden çıkarılması kararını aldığında tüm cam atölyeleri Murano adasına taşınmış. Burası, 800 yıldır kendine mahsus cam işçiliğinin ve yetenekli ustaların varlığıyla bir cam adası haline dönüşmüş. Adada görülmesi gereken yerlerden biri ‘Museo Del Vetro’ (Cam Müzesi). Herkesin bildiği meşhur Murano avizeleri sayısız tasarımcı ve sanatçı tarafından yorumlandı. Benim en ikonik bulduğum, defalarca kopyalanan işlerden biri Gio Ponti’nin 1946’da tasarladığı modern avizeler oldu. Yolu Murano’dan geçen tasarımcılardan biri de İtalyan mimar Ettore Sottsass. 1940’larda cam ustalarıyla çalışarak camla tanışan mimar, ortaya cam ve kristal sıra dışı tasarımlar çıkardı. 2017 yılında Venedik’te, tasarımcının doğumunun 100. yılı şerefine ‘The Glass’ (Cam) isimli bir sergi gerçekleşti. İtalyan mimarın birçok rengi kullanarak değişik bir boyut kattığı tasarımları camın akışkan yapısıyla etkileyici bir sanat algısı uyandırıyor.

“TÜM TAŞLARIN EN MASUMU”

Cam malzeme ile dünyada sayısız iş yapılıyor. Akılda kalanlardan biri, Ronan & Erwan Bouroullec tarafından bir defaya mahsus tasarlanan, üfleme tekniğiyle hazırlanan Ruutu vazo koleksiyonu. Kusursuz olmayı sıkıcı bulan Fransız Bouroullec kardeşler, aslında çok bilinen bir formu zanaatın özgünlüğünde, cam gibi akışkan bir malzeme ile tekrar yorumlamışlar. Her bir vazonun en az 7 cam işçisi tarafından 24 saatte üretildiğini izlemek adeta bir show gibi. Bu bağlamda Japon tasarım firması Nendo’nun kurucusu Oki Sato’nun zanaatkarların çalışma yöntemlerinden ilham alarak WonderGlass firması için tasarladığı cam sandalye de çok ilgi çekici. Burada  tasarımcının fikri; yerçekimi ve malzemenin ağırlığı ile camın özgürce şekil almasını seyretmek.

Jean Jacques Rousseau’nun söylediği gibi, ‘tüm taşların en masumu’ olarak adlandırılan cam, yapılarda ilk olarak pencerelerde kullanılmaya başlanmış. 1851’de Londra’da gerçekleştirilen Great Exhibition (Büyük Sergi) için inşa edilen Crystal Palace o dönemde bir binada görülen en büyük cam alana sahip olurken Viktorya dönemine ait, Oriel Chambers (1864), metal çerçeveli cam giydirme cephesiyle dünyada bir ilk.

SKIN & BONES

Cam malzemeyi, erken mimaride belki de en iyi ifade eden Ludvig Mies Van der Rohe. Alman mimar, 1. Dünya Savaşı sonrası gökdelenlerle ilgili çalışmalar yapmaya başladı. 1921 yılında tamamen cam kaplı eşi benzeri olmayan bir gökdelen tasarladı. Tasarım, destekleyici çelik iskelet vesilesiyle yapının dış duvarlarını yük taşıma işlevinden kurtararak binanın yarı saydam bir yüzeye sahip olması fikrini anlatıyordu. Bu fikir ile Mies van der Rohe yapıları ‘Skin & Bones Architecture’ (Deri & Kemik mimarisi) olarak anıldı. Aforizmalarıyla ünlü mimar, 1945’te ise o zamana kadar tasarlanmış en minimalist evi yaptı. ‘Less is more’ (Az çoktur) sözünün canlı örneği olan yapı, tamamıyla camdan yapılmış, 8 ayak üzerinde duran, bölümlere ayrılmış tek bir odadan oluşuyor.