ERKAL AKSOY

Dört katlı müstakil evin kapısına geldiğimde, içinde kıymetli hatıraların olduğu tıklım tıkış bir sandığı açmak üzereydim…

Francesco Della Suda’da yürürken…
İstanbul’un tarihi ve sanatsal semtlerinden biri olan Çukurcuma dendiğinde akla ilk antika gelir. Çukurcuma’nın yokuşlu sokaklarından en bilineni 19. yüzyıldan kalma Faik Paşa’da yürüyorum. Eskiliğini, kokusundan bile anlayabileceğiniz Faik Paşa sokağının soylu bir hikayesi var. Sokağa ismini veren İtalyan asıllı Osmanlı eczacısı Francesco Della Suda. Kırım savaşı sırasında Osmanlı ordusuna yardımlarından dolayı paşa unvanı ile onurlandırılarak Faik Paşa adını almış.

23 yıl önce Çukurcuma’daki potansiyeli fark edip Faik Paşa yokuşunda, Alaturcahouse’u açan Erkal Aksoy, ‘‘İlk geldiğimde burada sadece birkaç dükkân vardı.’’ diyor ama şu anda tarihi yokuş muazzam antikacılarla dolu.

Üst katta oturma bölümünün bulunduğu alana yerleşiyoruz. Erkal Aksoy’un sıcak karşılaması ve zaten Alaturcahouse’un misafire alışkın ortamı sayesinde hızlı bir tanışma ardından sohbetimize başlıyoruz. Gümüş takımlar, servis tabakları ve porselen fincanlarla yapılan servis Erkal Bey’in galeriye yansıttığı zevkinin ipuçları.

‘‘Burayı ilk gördüğümde âşık oldum. Bina çok kötü durumdaydı, renovasyonu bir buçuk yıl sürdü.’’ diyor. Erkal Aksoy, oturma alanı olarak kullanılan bölümde tavanın açılmasını istemiş. ‘‘Belki yer kaybettim ama buraya başka bir hava kattı.’’

Tarihi eve girdiğinizde sizi masa dolusu aksesuarlar, farklı materyallerle farklı dönemlere ait objeler, aydınlatmalar karşılıyor. Çoğunun orijinal tasarım olduğu eski parçalara, yeni alınmış mobilyalar ve koleksiyonere ait sanat eserleri eşlik ediyor. Bodrum kat ayrı bir vaha, tamamen ham bırakılmış duvarlar ve loş ışık buraya etnik bir hava katmış. Alt katta merdivenin sağ tarafındaki oda, Erkal Aksoy’un Anadolu küpleri ve çömleklerinin alanı olmuş. Mekânın dokusu ile objeler o kadar örtüşüyor ki sanki hep oraya aitlermiş gibi. Sol tarafta ise kuytuda kalmış gizli bahçeye açılan kapıdan, bakır çanakların heybetli manzarası görünüyor. Erkal Aksoy’un Alaturcahouse’a ilk aldığı parça ayna olmuş.

Londra’dan getirdiği şömineler de başından beri onunla beraber olanlardan. Giriş katının en göz alıcı tarafı ise galerinin başrol oyuncuları, raflara özenle yerleştirilmiş kilimler. Rengarenk, sanki bir duvar kâğıdı edasıyla raflarda yerlerini almışlar. Erkal Aksoy’un müzayedelerden, seyahatlerinden topladığı antika küre koleksiyonu ve duvarları süsleyen yağlı boya sultan portreleri de bahsetmeden geçemeyeceğim detaylar arasında.

“Antikacı değilim.”
Aksoy’un eskiye ve tekstile olan tutkusu her şeyin başlangıcı. Halılara, eski kilim ve kumaşlara, kumaş desenlerine olan ilgisi ile iş başka bir boyut almış. Halen daha antikacı mısınız diye sorduğumda ‘‘Hayır antikacı değilim, burada çok antikacı var ve ilk açıldığımızda Çukurcuma’nın işini bilen, nitelikli antikacılarla dolması benim en büyük hayalimdi.’’ diyor ve ekliyor ‘‘Burası bir halı galerisi.’’

Çıkış noktası her zaman kilimler ve tekstil olan Aksoy, iyi bir halıyı inceliğinden, kök boya olmasından ve el yünü ile el işçiliğinden anlıyor. Galerinin isminden de anlaşılacağı gibi Türk’e ait, Türk tarzında.

Alaturcahouse’un ev gibi hissi hem arkadaşlarının hem de ilham almaya gelen misafirlerinin kendini konforlu ve rahat hissetmelerini sağlıyor. Bu konsept ile sayısız ünlü ismi galerisinde ağırlamış. Sotheby’s yan kuruluşu olan Halı Magazine’in on yıl boyunca temsilciliğini yapmış. Ralph Lauren için uzun süre halı, kilim tedariki sağlamış.

Üzerinde oturduğum koltuk, galeriye henüz yeni gelmiş, Horhordan alınmış bir mobilyaydı. Oldukça rahat ve yerine uygun bir parça olduğunu söylediğimde, Erkal Aksoy galeriye aldığı ve seçtiği her parçayı sadece sevdiği için aldığını dile getiriyor. ‘‘Burada gördüğünüz hiçbir parça müşteri için alınmış değil, hepsi tamamen ben beğendiğim için alınmış parçalar.’’

Erkal Aksoy’a çıktığı bu yolda ona, en çok resim ve halı dokuma sanatı ilham veriyor. ‘‘Seyahat etmekten çok besleniyorum diyebilirim. Öyle çok uzaklara gitmeye bile gerek yok. Eminönü, Kapalı Çarşı ve Mısır Çarşısı’nın arkaları benim çok hoşuma gidiyor. İstanbul benim için doğu ve batının sentezi gibi.’’

“Eskiyi bilmeden yeniyi yapamazsın.”
‘‘Bu her konuda böyledir.’’ diyor Erkal Aksoy, ‘‘Eskiyi bilmezsen yeniyi yapamazsın. Eskiyi tanımak gerekir. Bir ressam önce mesela taklit eder. Kendini bulabilmesi için orijinal işleri incelemelidir, belki çizmelidir. Kendi tekniğini ve tarzını bulana kadar. Bugün pek çok tasarımcının işlerine baktığımda bana başka bir tasarımı hatırlatabiliyor ancak eğer kendinden bir şey katmışsa o zaman bu iş kabul edilebilir.’’

Konu tasarıma gelince Erkal Aksoy da kilim ve deriden kendi tasarladığı keseleri gösteriyor. Bazen de aradığını bulamamaktan yakınıyor. Böyle bir zamanda, tasarladığı seramik tabaklar için on beşinci yüzyıl İznik, Selçuk ve Osmanlı motiflerini stilize etmiş.

Bir Eileen Gray tasarımının ne kadar sanatsal olabileceğini konuşmaya başladığımızda, ‘‘O günkü şartlarda yapılmış ama hala dün yapılmış gibi duruyor. Bence bir mobilyaya ya da objeye değer katan şey onun zamansız ve türünün tek örneği olması. Dünya literatürüne girmiş bir eser.” yorumunu yapıyor.

Dünya bir müze
‘‘Yeni bir şey yaratırken herkes somut ya da soyut bir şeylerden ilham alıyor. Herkesin bir esin kaynağı oluyor. Dört ayaklı bir sandalye görüp ondan bambaşka bir şey yaratabilirim. Bana göre, dünya çok büyük bir müze. Geziyoruz, görüyoruz… Gördükçe etkileniyoruz. Kendi yorumumuzu katıyoruz. Herkes kendi ruhundan bir şey kattığı sürece yeni bir şey yaratmış olur.’’

Eskiye olan tutkusunu inkâr etmeyen koleksiyoner yeni bir kıyafet aldığında giymek için eskimesini bekliyormuş. ‘‘Aldığım yeni bir şeyi hemen giyemem. Ama galeride sadece eski parçalar yok.’’ Tam tersi zıtlıkları da seviyor Erkal Aksoy. Haluk Akakçe’nin bir tablosunu gösterirken, ‘‘Sanat eserlerinin çoğu yeni. Tasarım mobilyalar, tablolar alıyorum.’’ diyor. Bu denge eklektik galerinin enerjisini arttırırken geçmişin ağır basan dokusu bizi Osmanlı tarihine, kısa bir sanat turuna çıkarıyor.

www.alaturcahouse.com