GÖRGÜN TANER
Çocukluğunuzun İstanbul’u denilince aklınıza neler geliyor? Bizimle çocukluk yıllarınızdan zihninizde yer edinen bir İstanbul anınızı paylaşır mısınız?
Ben Kadıköy’de büyüdüm. Babam Devlet Demir Yolları’nda memur olduğu için Haydarpaşa’da lojmanda otururduk. Haydarpaşa tren köprüsü ve Kadıköy çarşı içi hâlâ belleğimde. Babam ve annem hafta sonları beni ve abimi sinemaya götürürdü. Nedense en çok Reks (o zamanki yazılışı, şimdi ki hali REXX) veya Kadıköy Sineması’na gitmeyi severdim. Sinema çıkışı Çömçe’de İskender ve ardından Baylan’da piramit pasta ritüelimizdi.
Gençliğinizin İstanbul’una yolculuk etseniz ve o günkü İstanbul Bienali’ni hayal edecek olsanız bize neler söylerdiniz? Yıl 1977 diyelim. Bienal nerelerde gerçekleşiyor, teması ne olabilir, katılan sanatçılar kim olur?
Teması değil ama başlığı “Diyalektik Materyalizm ve Sanat” olurdu herhalde. Bienal Kadıköy’de yapılırdı ve o zamanki adıyla Süreyya Sineması, St. Joseph ve bizim okulun (Kadıköy Maarif) bahçeleri, Moda’daki Sarıca Köşk’ün bahçesi ve Yeldeğirmeni’nin tarihi yapıları bolca kullanılırdı.
Kafanızı dinlemek; belki birkaç cümle bir şeyler yazmak, yanında o geleneksel yemeği yemek, denizi ve kuşları seyretmek veya ücra bir köşede kaybolmak, düşüncelere dalmak geldi içinizden. İstanbul’un hangi köşesindesiniz?
Yeniköy. Benim için vazgeçilmez. Orada oturmuyorum ama orayı çok seviyorum.
İstanbul’un hangi semtinde yaşıyorsunuz; burada yaşamak hangi yönleriyle size haz veriyor? Eski İstanbul semtlerinden en çok hangileri size hitap ediyor?
Nişantaşı. Çok sayıda sevdiğim insan ve arkadaşım bu semtte oturuyor. Hünkâr, Kruvasan, Tatbak ve Delicatessen’ın varlığından çok mutluyum. Çünkü buralarda yemek yiyorum. Eski İstanbul semtlerinden ise Samatya’yı severim.
16. İstanbul Bienali “Yedinci Kıta’nın” paralel etkinliklerinden Abdülmecit Köşkü’ndeki sergiyi gezmeden hemen önce, Kuzguncuk’ta dolaşırken minik bir antika dükkânına girip, hafif burnu havada antikacının tasarladığı, asma kattan bana bakan büyücü formuyla karşılaştığımda çok şaşırmıştım. Kalbim atmıştı. İstanbul’da keşfedilesi öyle çok insan, yer, sanat ve zanaat var ki, sizin İstanbul keşiflerinizi duymak çok hoş olur.
Eminim bu yazıyı okuyacak kişilerin de çok keşifleri vardır. Ben hâlâ Horhor’a gidenlerdenim. Pazar günleri antika pazarında Orhan Kundullu’nun antika, Ziya Sahaf’ın kitap, Aret’in plak ve afiş tezgâhlarını muhakkak ziyaret ederim. Vaktiniz varsa Durusu Köyü’ne gidip oradan bir ekmek almanızı (zaten tek bir fırın var ve ne demek istediğimi gidince anlayacaksanız), Fatih’teki sahaflara göz atmanızı ve sonra Çarşamba’dan aşağıya kendinizi salıvermenizi, Vefa Bozacısından boza almanızı, karşısındaki Sevda Gazozcusuna bir göz atmanızı tavsiye ederim.
Bizimle mesleğiniz ile ilgili bir sır paylaşır mısınız? Sevdiğiniz işi yapıyor olmak, ülkemizi belki de en etkili platformda tanıtabilme potansiyelini yoğurabiliyor olmak nasıl bir his?
Takım çalışması, ekip ruhu, her akşam kafanı yastığa koyduğunda “bu dünyaya, bu ülkeye, bu kente bir katkıda bulundum” diyebilmek ve sabah kalktığında ilk günkü heyecanla koşarak işine gidebilmek. Sır demeyelim ama bizim işimiz konuşmak kadar dinlemeyi de bilmeyi gerektiriyor.
Son olarak da yirmi yıl sonraki İstanbul Bienali’ni dolaştığınızı varsayalım. Neler görüyorsunuz, sergiyi kimler dolaşıyor, nasıl bir sanat eseri var karşınızda? Gördükleriniz sizi tatmin ediyor mu?
Videoların 1,5 dakika olduğu, sergilerin dolup taştığı ve kenti daha fazla sarıp sarmalayan bir bienal olurdu herhalde. Ne görürdüm onu tahmin edemiyorum ama Adalar’ın hâlâ mekân olarak kullanılacağını, yanına mendirek ve vapurların ekleneceğini düşünüyorum.