LAL DEDEOĞLU

Hep yenilik olsun istedi. ‘Yenilik’ anlayışı, diğer mekân yaratıcılarına göre biraz farklıydı. Yurtdışındaki popüler bir formatın uyarlaması ya da kentteki bir merakın/ilginin sonucuna yönelik bir iş çıkarmak yerine kendi kafasına, yaşantısına ve bildiğine uygun birtakım yenilikler tasarladı.

Lal Dedeoğlu, son 25 senedir, kent kültürünü şekillendirmiş mekanlarıyla, İstanbul’un gizli ve esaslı kahramanlarından. İstanbul’da ‘muhit’ nedir; değişen ‘mahalle’ anlayışı aslında ne demek iyi bildi, yarattığı her mekân bulunduğu mahallesiyle özel bir ilişki içinde oldu. Hatırlatalım: ‘Buz’ ve Nişantaşı, ‘Bej’ ve Karaköy, ‘buzADA’ ve Boğaz Hattı, ‘Mahalle’ ve Topağacı, ve şimdi ‘Daire 1’ ve Küçük Bebek.

İstanbul’u bilen, çok seven, gezmesinden ayrı bir zevk alan bir İstanbullu. Katıldığı spor müsabakaları, okul ve aile gezmeleri derken yetişkinlik dönemine kadar İstanbul’da dokunmadık köşe bırakmamış, anlatırken bile heyecanlanıyor. Gençliğinin İstanbul’u hem metropol hem sayfiye; kalabalık ve püfür püfür.

Sürekli şikâyet edenlerden değil; “Burada kalmayı ve yaşamayı seçmişsen, şikâyet etmek yerine nasıl daha yaşanılır kılmanın yollarına bakmalı” diyebiliyor; gecenin ikisindeki Boğaz trafiğini görüp heyecanlanıp “Oh be, hayat var” diye şükredebiliyor misal.

Meşhur pazar sofraları

Yeşilköy doğumlu olmasına rağmen, çocukluğu ve gençliği, Etiler’de, geçmiş; kendisini ‘Çamlık çocuğu’ olarak tanımlıyor. İlkokulu Hasan Ali Yücel’de okumuş, Çamlık Sitesi’nden evinden okuluna, mahallenin kedileri köpekleri eşliğinde yürüyerek gidip gelmesine bile “Şimdi, nerede tabii o mahalle havası” diyoruz. Çamlık Sitesi’ndeki o evin, sofraların ve misafirlerin hayatındaki etkisi çok. Annesi, hazırladığı çok şık sofralarıyla övgü alan, dönemin İstanbul restoranlarında bile pek rastlanmayan ‘özgün’ mönülere imza atan bir figür. ‘Ektravaganza’ olarak tanımlamaya müsait, çiçeği ve süsü eksik olmayan masalar hep annenin eseri. Babaysa, tam ‘tatlı sohbet’ insanı. “Kışın pazar günleri, akşamüstü oldu mu, koca bir kahvaltı sofrası kurulurdu mesela. Mezelerin, şarküterilerin ağırlıkta olduğu bir masa olurdu bu. Akşam boyunca sohbeti ve misafiri eksik olmazdı o masanın.” Şarküteriler Topağacı’ndaki büfeden, Çerkezköy’den ve Etiler’deki ‘Kiraz’dan’ alınır o dönem. Lal, bu fotoğrafın ne öncesinde hazırlık ne de sofra kurma aşamasında. Sahneye, tüm misafirler gittikten sonra çıkar, mutfağa girip ‘arta kalanlardan’ kendine tabak yapmaya bayılır.

Arada, dönemin ‘belli bir tabağını yemeğe yönelik gidilesi’ adresler de es geçilmez; Yekta’da sufle, Divan Oteli’nde ‘kulüp sandviç’, Divan Pub’da ‘Çamlıca salata’ yenir.

Anne ve baba mirası, güzel sofra kurma, bol bol eş dost ağırlama, uzun yemeklere ev sahipliği yapma tutkusuna rağmen “Bir gün bile ileride, büyüyünce, bunu iş olarak yapabileceğim aklımın ucundan geçmemiştir.” diyor Dedeoğlu.

İlk adımlar hep sancılı

Lal Dedeoğlu projelerinin bir başka ortak paydası, ‘denenmemiş’ sokaklar tutkusu. “İstanbul’u iyi okuyabilmemle de alakası vardır tabii. Bir şekilde çekiyor o ara sokaklar beni. Ötekini yapmak, daha bilinen ve insanları ayağının zaten alışık olduğu bir sokağı seçmek, kolaya kaçmak gibi geliyor biraz. Bile bile, zor olanı seçmek; biraz da hayatımın özeti.” Hepsi zaman isteyen mekanlar bunlar ve ilk adımlar hep sancılı. Bütün bunları bilmesine rağmen, “ticari olmama” yolunda emin adımlarla ilerler. Önünden geçerken “Burası öyle duruyor. Dur, ben gidip bir teklif vereyim” refleksiyle gerçekleşen işleri (Galatasaray Adası’ndaki buzADA) de var. Kayıpları, zararları, üzüntüleri elbet olur ama sonunda kendi oyun alanını kendisinin yaratmanın verdiği bir mutluluk yanına kâr kalır.

Tüm mekanlarının ruhunda İstanbulluluk olmasına rağmen, ‘İstanbul’ diye bağırmaz mesela; kendisini İstanbul kafesi/barı/diskosu diye tanıtmaz. “İstanbul’un dokusuna uygun mekânlar yaratmaya gayret ettim.” diyor Lal. Sırf konsepte uysun diye, gidip de başka bir bölgeden, şehirden alıp zeytin ağacı dikmiyor misal İstanbul’un -ve mekanının- orta yerine. Yerine manolyalarla, ortancalarla süslemeyi tercih ediyor. Çocukluğundan beri gözlemlediği, biriktirdiği İstanbul detayları çok. Hala İstanbul’u, kendi deyimiyle, hallaç pabucu gibi geziyor; Mısır Çarşısı turlarını eksik etmiyor, cumartesi gece yarısı kalkıp Kasımpaşa’daki Kastamonu Pazarı’nı talan ediyor.

Zamansız, acelesiz

Geçenlerde bir müdavimin dediği gibi: Son harikası Küçük Bebek’teki ‘Daire 1’, gerçekten de bir zamanlar listeleri alt üst etmiş, stadyumları doldurmuş Eric Clapton’un, bu kez solo mırıldandığı, akustik takıldığı, ‘olgunluk’ albümü tadında. Zamansız; acelesi yok ve ajandası boş. Tam da Lal’ın şu anki ruh halinin yansıması gibi: “Tatlı tatlı, kendi halinde…”