MEHMET BİNAY

Gerçekler ve Hayaller

Kanepede uzandığım o akşamların birinde, Mehmet Binay’la sohbet etmeden önce eşi ve ortağı Caner Alper ile beraber son yönettikleri film “Çekmeceleri” seyretmeye karar verdim. Gerçeklikten beslenmiş çok etkileyici bir filmdi. Küçük bir kız çocuğunun; yetiştiği aile ortamı, kendi doğası ve çevre şartlarıyla nasıl buruk bir genç kadına dönüştüğünü kalbim ata ata seyrettim. Mehmet Binay’ı gerçekler hayallerden daha mı çok etkiliyordu acaba?

“Her insan kendi gerçekliğini yaşıyor ve duygusal dünyasındaki dalgalanmalar da anlattığımız hikayeleri oluşturuyor. Eşim Caner Alper’le birlikte gerçekten esinlenen hikâye kurgularına aşığız. Çünkü sonsuz bir olaylar örgüsü ortaya çıkarıyor. Tıpkı şehirlerin bizler üzerindeki etkisi gibi. Her insanın İstanbul’u farklı ve onunla özel bir ilişkisi var.”

Konunun İstanbul’a varması tesadüf değildi. Sohbetimiz öncesinde bana daha önce üç kere İstanbul’u “terk ettiğini” söylemişti. Almanya, Bodrum ve şimdilerde Los Angeles. Neden terk etmek kadar güçlü bir tabiri seçmişti? Aklıma sebepler geliyordu, en doğrusu kendisinden dinlemekti.
“Şehri terk ederek her defasında kendimizi bırakıp gitmek istediğimizi düşünüyorum. Üzerimizde taşıdığımız binlerce yıllık kültür katmanından, devletin uygun gördüğü kimliklerden, DNA’mızın seçmediğimiz halde taşımak zorunda kaldığımız tüm unsurlarından sıkılıp bunalıyor ve kendimizi yeniden yaratma peşine düşüyoruz. Ressam Modigliani diyor ki, kendini yeniden oluşturamayan kişiye insan diyemem. Hayatımızı terk edip yeni şehirlere, topraklara yerleşme çabası, böyle bir arzu bence. Sınırları aşabilmek farklı kültürlerin arasında kaybolarak kendini yeniden oluşturmak, sıfırdan bir hayat ve çevre kurmak, sonrasında da nostaljiyle dolmak insanı dinç kılıyor ve tabii ki şehre geri döndürüyor.”

Pekiyi, İstanbul’da yaşadığı ergenlik döneminde bu şehirle olan ilişkisi nasıldı, nerelerde vakit geçirirdi, nasıl aktiviteler yapardı Mehmet Binay?
“Aslında hep gitme duygusuyla yaşamıştım büyürken. Belki de gay olduğum ve çevrem tarafından dışlanmayı çocukluktan bu yana hissettiğim ve yaşadığım için hep bir ütopik yeni hayata göç etme isteğiyle yaşamıştım bu şehirde. Kadıköy’de büyüdüm, vapura binip sadece Avrupa yakasına geçsem bile kendimi bir yolculuğun ilk anlarını yaşayan bir edebi tarifin içinde bulurdum. Köklerinde üç semavi dini ve birçok ırkı barındıran biri olarak doğduğum ve yaşadığım yerin hep ötesine gitmek istedim. En sevdiğim anlar Karaköy’den Tünel’e binerek İstiklal Caddesi’ne ulaştığım, 5 dakikalığına da olsa bir karanlığın içinden geçerek bambaşka bir yere ulaşma hayalini gerçekleştirdiğim zamanlardı.”

Binay’ın Tünel’de geçirdiği ve bambaşka bir yere ulaşmanın hayalini kurduğu o zamanların, bugünlerde nasıl gerçeğe dönüştüğü fotoğrafladık sonrasında. Binay Tünel’den inen onca farklı insanın arasında yüzündeki ışıltıyla parlıyordu.
“Goethe Enstitüsü’nün hafta içi akşam kursları öncesinde Pera ve Galata’da saatlerce zaman geçirirdim. Alman kütüphanesinde kitapları karıştırır, sonrasında da karış karış sokakları gezerdim. Benden önce bu şehirde yaşamış insanları hayal etmeye çalışırdım. Onlar bu hayatı başarıp göçtüyse ben de bulunduğum yerden farkı bir noktaya gelebilirim diye düşünür umut dolardım.”

Eski İstanbul’un sembollerinden Tünel’in içinden cep telefonlarına gömülmüş insanları seyrederken o günler ve bugünler diye düşünmeden edemedim ve Binay için nelerin farklılaştığını sordum.
“Şehrin ne kadar değiştiğini anlatıp hayıflanmayı, çehresinin değiştiğini, yüzünü Doğu’ya çevirdiğinden şikâyet etmeyi tembel ve yaşlanan bir düşünce anlayışına ait görüyorum. İstanbul kimsenin sahip olabileceği bir şehir değil, bizler olsa olsa İstanbul’a tanık olabiliriz. Şehir Yunanca polis kelimesinden geliyor yani politik olan aynı zamanda. Politiki Kousina filmini hatırladım şimdi. Rumların şehir mutfağını anlatan film, politik değişimlerle bambaşka topraklara sürülen insanlar. Mutfakta bile politika var, benim dolmam farklı, zeytinyağlılara asla şeker konmaz, Türkler zeytinyağlı yapmayı bilmez veya Rumlar yoğurdu Türklerden öğrenmiş gibi kendini başkalarından ayırma ve hep üstün görme çabası. Toplumsal açıdan zor dönemlerde ayrılıklar ortaya çıkarılıyor, oysa şehir insanın kendini kaybettiği ve özgür hissettiği bir alandır. Yine ancak şehirde oluşan devlet yapısı üzerimize bu kimlik mecburiyetini bindirmeye çalışıyor. Nasıl kaçmak istemeyelim ki?”

“İstanbul kimsenin sahip olabileceği bir şehir değil, bizler olsa olsa İstanbul’a tanık olabiliriz…” Bu cümlenin derinine inmek istiyorum. Yüzyıllar boyunca farklı kültürlere kucak açmış, tarihi eserlerin dört bir yanından fışkırdığı, dev bir kültüre sahip olan bu şehir kimseye ait değil aslında, belki de hiçbir yerin kimseye ait olmadığı gibi. Şu an Emirgan’ın bir sokağında, Arnavut kaldırımlı yolun ortasında tüm güzelliğiyle akan bir çeşmeyi seyrediyorum ben. Yahudi bir kadın olarak… İstanbul’a ait olmanın gerçek bir yanı da var sanki.

“Birkaç yıldır Cumartesi sabahları hiçbir hedef koymadan o an bulunduğum şehirde yürüyüşler yapıyorum bütün haftanın yoğunluğundan, dünyevi çabasından uzak, zamanı yavaşlatmaya çalışıyorum. Ocak sonunda İstanbul’a bir iş için geldim ve yine bir cumartesi sabahı kendimi Galata’nın sokaklarında buldum, yokuşları tırmanırken yine kalp atışım yükseldi. Onarılıp bir sanat galerisine dönüşen Schneider Tempel’e uğradım, Tan Oral’ın ‘Demokratik Tartışmalar’ sergisi vardı, ilk önce karikatürleri inceledim, sonra sergiyi unutup kendimi içinde bulunduğum mekânın büyüsüne bıraktım. Bir zamanlar Şe’mâ duasını okuyan Yahudi terzileri ve olağanüstü sesleri olan hazanların makamını kulağımda canlandırmaya çalıştım. Defalarca yıkılan tapınaklarını başka diyarlarda, farklı biçimlerde yeniden kurmalarını ve nereye giderlerse gitsinler hafızalarında taşımalarını düşündüm. Hepsi de büyük bir heyecanla ve umutla İstanbul’a gelmişlerdi, burada bir hayat kurmuşlardı. Bu şehir herkesin diye düşündüm, asla bir zümrenin malı olamayacak, şehre hakimiyet kuranlar bir gün çöküp gidecek, İstanbul hep var olacak ve yeni umutlara ev sahipliği yapacak.”

İstanbul’la bugünkü ilişkisi nasıl? Buraya sürekli gidip gelen ancak burada yaşamayan yaratıcı bir ruh olarak İstanbul kendisine ne anlamda ilham ne anlamda yük oluyor?
“En son İstanbul’u terk ettiğimde iş, ev, her şeyi tasfiye edip Bodrum’a göç etmiştik ve sonrasında da göçmen olarak ABD’ye yerleştik. O dönem şehri sevmediğimi fark etmiştim, kendimi orada görmek istemiyordum artık. Atatürk havaalanı saldırısı ve 15 Temmuz olayları ardından artık bizden önceki birçok azınlık gibi bu toprakların bizi istemediğine kanaat getirmiştim. Ama şehir kültür demek, İstanbul’a her dönüşümde tüm baskıya rağmen oluşan küçük tiyatro kumpanyalarını hayretle seyrediyor, hayatı istediği gibi ‘bağzı’ şeylere inatla yaşamak isteyen insanlara baktıkça umut doluyorum ve tabii ki de şehre göç eden yeni insanları fark ediyorum. Buraya yerleşen Eritreli de Suriyeli de bu şehrin insanı artık çünkü hepimiz bir zamanlar buraya göçmen ve yabancı olarak geldik. Kimseye ait olmayan bu şehre gelen insanlara ‘Selam olsun!’ diyorum, şoven olmamaya çalışıyorum.

Gelecekte İstanbul’la, İstanbul’a dönüşle, burada işlerini icra etmekle ilgili hayalleri ve gerçekleri neler?
Şu anda üzerinde çalıştığımız “Agunah” isimli bir aşk hikayesi var. 1945’te İsveç’te başlıyor ve 2000’li yıllarda Galata’da bir desen atölyesinde sona eriyor. Doğu Avrupa’dan İstanbul’a uzanan fiziksel ve duygusal sınırları tanımayan aşıkların hikayesi.