SANATIN İZİNİ SÜREN “İSTANBULITE”

İstanbul’un boğazı meşhurdur. İki yakanın da büyüleyici manzarası görenleri hayran bırakır. Güzelliğin göreceli olmadığına inandım hep. Ve İstanbul boğazı herkese göre güzeldir.

Yonca Ebuzziya doğduğu günden beri aynı pencereden bu güzel boğazı izliyor. Eski bir Rum balıkçı köyü olan İstinye onun hiç değişmeyen kulesi. Bu kök, bağlılık onu sadece asil bir İstanbulite değil aynı zamanda usanmaz bir İstanbul gezgini yapıyor…

Hep merakının peşinden giden Yonca Ebuzziya, doktor bir baba ve milli kürekçi bir anneye sahip. Sanata ve okumaya kıymet veren bir ailede yetişmiş. Eşiyle beraber aldığı Ebuzziya soy ismi Osmanlı tarihinin pek çok hikayesine tanıklık yapmış bir unvan bir yandan da.

Ailenin en büyüğü Ebuzziya Tevfik Bey, mesleğini kendinden sonraki nesillerine de bırakan önemli bir yayıncı, matbaacı, yazar ve sanatçı.

Bu hikâyede benim en çok ilgimi çeken Yonca Ebuzziya’nın çok yönlü kariyerinin bir tesadüf olmadığı oldu. Onun da tıpkı aile büyükleri gibi farklı sanat disiplinlerini deneyimlemesi ve sanatla iç içe yaşamı sanki bir aile geleneği gibi.

‘BEN HEP KÖYLÜYÜM DERİM’…

 Yonca Ebuzziya doğduğundan beri gününe deniz kokusuyla başlıyor. Abisiyle komşu; çocukluk anılarının içinde yaşıyor. İstinye’nin eskiden bir köy olması “Köylüyüm ben” dedirtiyor kendisine.

“İstinye ilkokuluna gittim. İçimde mayoyla, koru yolundan yürüyerek okula giderdim. Şimdi o koru yolu hala var ama oradaki bahçeli evler artık apartmanlara dönüştü. Okul dönüşü, yarı yolda soyunmaya başlardım. Evimin önünden denize atlardım sonra. İstinye zaten o zamanlar yazlık diye geçerdi. Boğazıyla, yalılarıyla şehir dışı gibi algılanırdı.”

“Çocukluğumuzda çok şeyimiz eksikti belki, evet. Ama musluklarından su içtiğimiz suyumuz, benim yüzme öğrendiğim ve anneciğimin kürek kulübünde fıtayla gezdiği bir İstanbul’umuz vardı.”

YILDIZLAR GEÇİDİ

Yonca Ebuzziya aslında çocukluğunda soluduğu havanın, tanıdık melodilerin peşinden gitmiş hep. İlkokul yıllarında okulun yanında sürdürdüğü konservatuar eğitimi, ailesinden ve konservatuardan kulağına kazınan klasik müzik…

Tüm alt yapısını konservatuara borçlu olduğunu söyleyen Ebuzziya, her cuma okuldan sonra konser dinleyerek büyümüş. “Konservatuarda her odadan başka bir enstrüman sesi gelirdi. Balerinler, müzisyenler, tiyatro provaları… Yıldız Kenter’den Önder Bali’ye daha ismini sayamadığım bir sürü kişinin konservatuarda var olduğu dönemlerdi. Yıldızlar geçidi gibiydi…”

‘ARKEOLOG OLMAK İSTERDİM.’

Mimar Sinan Üniversitesi’nde iki yıl resim eğitimi aldıktan sonra Ankara Devlet Opera ve Bale bölümünden mezun olan Ebuzziya, küçükken hep balerin resimleri çizerek başladığı bale tutkusuna uzun yıllarını verdi. “Bale benim bedenimi ve ruhumu eğitti.” Yonca Ebuzziya, hayatın ona sunduğu her fırsatı kendi benliğinde öğütmüş. Arkeolojinin onu büyülediğini fark ettiğinde merakının peşinden gitmeyi asla bırakmamış. Bu konuda da şanslı Yonca Ebuzziya çünkü hem kayınpederi hem de eşi kıymetli bir arkeoloji koleksiyonuna sahip olduğundan, evinde müthiş bir koleksiyonla yaşıyor.

‘BEN HALA EĞİTİMDEYİM…’

Balerin olma fikri ona hiç bir zaman cazip gelmemiş. İlk iş tecrübelerinden biri kostüm tarihi öğretmenliği olmuş. Ebuzziya, eğitimin hayat boyu devam ettiğine inanıyor. Kariyer hayatının en keyifli dönemi olarak bahsettiği, modellik ve koreograflık yaptığı zamanlar. İlk defilesi Vakko ardından listeyi Beymen, Vizon Show gibi markalar takip etmiş. Aslında modellikle başlayan serüvenin asıl amacı biraz da koreograflık yolunda ilerleyebilmekmiş. Dergi yayın yönetmenliğinden modelliğe, koreograflığa ve televizyon sunuculuğuna kadar uzanan kariyer hayatı Borusan Otomotiv’de 18 yıllık bir marka elçiliği deneyimi ile tamamlanmış. Türkiye’nin ilk marka elçisi olan Yonca Ebuzziya, bu yeni mesleği kendi kendine hep okuyarak, araştırarak öğrenmiş. Yaratıcılığını zorladığı, marka elçiliği adı altında ilk küratörlük deneyimini yaşadığı dönüşüm için ise Yonca Ebuzziya, “Her sergi ve organizasyonda bir öncekinden de iyisini var etmek için çalıştım. Beni benimle yeniden tanıştıran, eğiten ve büyüten bir dönemdi” diyor.

SANATLA RANDEVU

Yonca Ebuzziya, seyahat etmeyi, yeni yerler keşfetmeyi seviyor. İtalya, Güney Fransa ve New York sanat vahaları listesinde başı çekiyor. ‘Sanatla Randevu’ aslında Yonca Ebuzziya’nın hobisini işe dönüştürdüğü bir oluşum. Napoli’de Ferzan Özpetek’in ‘La Traviata’ adlı eserinin sahne alacağını ilk duyduğunda turizmci Ayşe Kaynarcalı ile birlikte Napoli gezisi düzenlemişler. Sanatla Randevu böyle başlamış. Dünyanın herhangi noktasında bir konsere, müzeye, sergiye sanatseverlerle dolu bir ‘randevu’ düzenleme fikri başlı başına bir konsept bence.

İSTANBUL ADIMLARI

Yonca Ebuzziya yürümeyi çok seviyor. Sohbetimizin ardından yine Dolmabahçe’ye kadar yürüyüp vapura bineceğini anlatıyor. Hal böyle olunca İstanbul’u karış karış gezen bir bilir kişinin önerdiği yerler de bambaşka oluyor. Nişantaşı’ndayken Beymen Brasserie’den aldığı keyfin veya Park Şamdan’da dostlarla yenen bir akşam yemeğinin başka bir kültür olduğundan bahsediyoruz. Yonca Ebuzziya’nın bayıldığı esnaf lokantacı adresleri bir hayli zengin. Kapalı Çarşı’daki Havuzlu Lokanta, Nuri Osmaniye’ye yakın Aslan restoran bunlardan sadece bazıları.

Karantina süreçlerinde yine ona en iyi gelen İstanbul olmuş. “Kapalı olduğumuz günler dışında kendi kendime tarihi yarımadanın her köşesini, deniz ve kara surlarını bütün kapılarından geçerek dolaştım. Açık müzeleri hiç gitmemiş gibi tekrar tekrar gezdim. Son zamanlarda Arter benim nefes aldığım yer oldu.” Arter’de gerçekleşen son sergisiyle ses getiren Alev Ebuzziya (aynı zamanda Yonca Ebuzziya’nın eşinin ablası oluyor) onun için bir ikon. “Alev aslında seramiğe gönül vermiş bir heykeltıraş. O çanak değil heykel yapıyor. Kişiliği, duruşu, nezaketi ve mütevaziliğiyle muazzam bir kadın.”

Yonca Ebuzziya, kendisini en çok klasik Yunan sanatına yakın hissediyor. İstanbul’un sanatsal tarafı adına, beraber kurulduğu Roma’dan kopmanın mümkün olmadığını savunan Ebuzziya, böyle köklü bir şehrin bu denli plansız büyümesi ve rant uğruna genişlemesinden çok rahatsız olduğunu dile getiriyor.

İstanbul’un bu halini evet artık beğenmiyorum. Ama hiç bir zaman sevmiyorum diyemem. İstanbul beni var etti, şimdi ben de İstanbul’un var olan, ayakta kalan her bir parçasını bulmaya çalışıyorum.”

Sultanahmet’ten Cankurtaran’a, Samatya’dan Yedikule’ye hatta bazen de Edirnekapı’dan Ayvansaray’a yürüyor. Her seferinde başka bir İstanbul’da buluyor kendini. Sanatın izini sürüyor. Onunla sohbet ederken sokak sokak İstanbul’u gezdim.