KAYBOLMUŞ İNSANLARIN TARİHİNİN BÜYÜK HAZİNESİ1

Adı Osman Hamdi ile özdeş İstanbul Arkeoloji Müzeleri, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e miras kalan ilk müze olmasının yanı sıra “rejimler ve zamanlar üstü” bir gerçeklik olarak da çok güçlü bir imgeye sahip, simge bir kurum.Fotoğraf Nazlı Erdemirel

8 Temmuz 2024| FINDS| ÖZLEM ALTUNOK

Tanzimat’ın ilanına da sahne olmuş Gülhane Parkı’ndaki asırlık ağaçların arasından Topkapı Sarayı’na doğru uzanan tatlı yokuşun adı Osman Hamdi Bey Yokuşu. Hafifçe kıvrılan yokuşun hemen solunda, keşfedilmeyi bekleyen bir hazine gibi, bu toprakların hafızasını biriktiren İstanbul Arkeoloji Müzeleri yer alıyor. Tüm zamanların sessizliği bir araya gelmiş de izini bıraktığı taş heykeller, mermer sütunlar, lahitler geçmişin derinliklerinden bir şeyler fısıldıyor gibi bir atmosfer… Çinili Köşk, Eski Şark Eserleri Müzesi ve adını aldığı Arkeoloji Müzesi’nden oluşan bu yapı grubunun bahçesinin tanık oldukları bile başlı başına kurmaca konusu.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri, nam-ı diğer Müze-i Hümayun uzun ve meşakkatli olduğu kadar dönemin değişim rüzgarını arkasına alarak kendini yapılandıran bir varoluş hikâyesine sahip. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e miras kalan bu ilk müze, aynı zamanda kopuş sürecinde iki -ve hatta onlarca- kültür arasındaki bağın yerli yerinde durduğunu gösteren rejimler ve zamanlar üstü bir gerçeklik olarak da çok güçlü bir imgeye sahip, simge bir kurum. Kendi hikâyesiyle olduğu kadar ilk Türk müdürü Osman Hamdi Bey ile anılması da boşuna değil. Osman Hamdi Bey yoktan var ettiği müzeyi dünyanın önde gelen müzelerinden birine dönüştürüyor. Müzenin ve Osman Hamdi Bey’in hikâyeleri -birlikte ve ayrı ayrı- onları kapsayan tarihin hikâyesiyle de iç içe geçiyor kaçınılmaz olarak. Babası İbrahim Edhem Paşa, Osmanlı’nın Fransa’ya eğitime gönderdiği ilk isimlerden, sadrazamlığa kadar yükselmiş bir devlet adamı. Osman Hamdi Bey ise Tanzimat’ın ilanından hemen sonra doğuyor, dolayısıyla bir Tanzimat dönemi aydını olarak yetiştiriliyor. Babası gibi Paris’te eğitim görüyor, hukuk eğitiminin yanı sıra resim de okuyor. Döndüğünde yabancı işler müdürlüğü, sergi komiserliği, diplomatlık, belediye müdürlüğü gibi devlet işlerinde çeşitli kademelerde rol alıyor. Siyasi ve askeri gücünü yitirmeye başlayan Osmanlı’nın yüzünü Batı’ya döndüğü bu süreçte 19. yüzyıl Avrupası’ndaysa Sanayi Devrimi’nin ardından siyasi iktidarda burjuvazinin olduğu; ulusçuluğun dolayısıyla da kimliğin önem kazandığı yoğun bir dönüşüm yaşanıyor. Gelişen deniz ve demir yollarıyla her türlü dolaşım hızlanıyor, matbaacılık teknolojisi gelişerek bilgi sistematize ediliyor, ulusların tarihini ve kimliğini anlatan müzeler kuruluyor. Kültürel miras kavramının, modern arkeoloji ve müzeciliğin ortaya çıktığı bu süreçte, Batı’nın kimlik arayışında antik Yunan’ın devamı olan Roma İmparatorluğu’nun mirasına yönelmesi; dolayısıyla İstanbul’u bir çekim merkezi olarak görmesi de kaçınılmaz oluyor. Geç dönem Osmanlı’da ise her alanda olduğu gibi kültürel alanda da kendini yenileme çabası söz konusu. Sultan Abdülmecid’in Fossati kardeşlere Ayasofya’yı restore ettirmesi, kenti Batılı bilim insanlarına açması, Osmanlı’nın Paris Dünya Fuarı’na katılarak kültürel kimliğini sergilemesi gibi çeşitli girişimlerde bulunuluyor. Müze çalışmaları da bu değişim çabasının ve Osmanlı’nın Batı’dan gördüğü ilginin bir parçası.

Osmanlı’da müze kavramı, resmi olarak ilk kez 1869’da, Aya İrini Kilisesi’nin “ev sahipliği” yaptığı silah ve eski eserler koleksiyonu için kullanılıyor ve Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) olarak adlandırılıyor. Kilisedeki arkeolojik eserler, 1875’te Çinili Köşk’e taşınarak bugünkü Arkeoloji Müzeleri’nin çekirdeğini oluşturuyor. Yani İstanbul Arkeoloji Müzeleri kendini kurumsal olarak 1869’da Aya İrini’de var ediyor. Osman Hamdi Bey’in girişimiyle Çinili Köşk’ün karşısına inşa edilen meşhur klasik binanın açıldığı 13 Haziran 1891 tarihi ise orijinal müzenin miladı oluyor. Kurulduğu 1869’dan beri, Batılı devletlerin de desteğiyle yabancı müdürler tarafından yönetilen müzeye Osman Hamdi Bey’in atanması, devletin eski eserler konusunda uyguladığı gevşek politikaların değişeceğinin de habercisi oluyor. Bu noktada Osmanlı’nın zaman zaman göz yummasıyla özellikle 19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı coğrafyasında Batı tarafından yapılan arkeolojik talanı hatırlatmakta fayda var. Bugün Berlin’de Pergamon Müzesi’nde sergilenen Zeus Altarı, British Museum’da yer alan Nereidler Anıtı ve Knidos Aslanı ya da Louvre’a taşınan Assos Athena Tapınağı’nın büyük bölümü o yıllarda yurt dışına götürülen eserlerden yalnızca bazıları. Müzenin 1869’da resmen kurulmasının ardından yapılan eski eserlerle ilgili ilk yasal düzenlemelerin (Asar-ı Atika Nizamnamesi) kapsamı dar. 1874 nizamnamesiyle birtakım önlemler alınmaya çalışılsa da Osman Hamdi’nin mimarı olduğu 1884 nizamnamesiyle eski eserler üzerindeki denetim arttırılarak yurt dışına çıkarılmalarına ciddi sınırlamalar getiriliyor. Osman Hamdi’nin dönemin Düyun-i Umumiye Reisi Vincent Caillard’a yazdığı mektupta bu yasal düzenlemelerden zafer ve coşkuyla bahsettiğini görüyoruz: “Keldaniler, Asurlular, Hititler, Aramiler, Fenikeliler, Nebatiler, Kimyariler, Karyalılar, Frigyalılar, İyonyalılar -kısacası bütün Türk İmparatorluğunu oluşturan topraklarda eskiden yaşamış olan bütün halklar- toprağa gömülü olarak uygarlıklarının izlerini bıraktılar. Herhangi bir kazma darbesi değerli bir nesneyi veya tarihsel ya da sanatsal anlamı olan bir yazıtı gün ışığına çıkarabilir; bunların her biri Müze-i Hümayun’un yolunu tutacaktır: Daha şimdiden bu yol iyice aşınmış ve düzleşmiştir. Burada her nesne bilimin veya sanatın belirlediği yeri bulacaktır ve böylece 50 yıl içinde Konstantinapolis Müzesi kaybolmuş insanların tarihinin büyük hazinesi, dehalarının yarattığı ürünlerin büyük deposu olacaktır.”2

Osman Hamdi mektupta bahsettiği o büyük hazineyi ortaya çıkarmak için arkeolojik kazılara ağırlık veriyor. 1887’de başkanlığını üstlendiği Lübnan Sayda kazılarında Fenike krallarına ait bir nekropol ortaya çıkarılıyor ve İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Satrap Lahdi, Sidon Kralı Tabnit’in lahtinin de aralarında olduğu eserler o günün zorlu koşullarında İstanbul’a taşınıyor. Osman Hamdi ayrıca Nemrut, Myrina, Kyme ve Aiolia nekropolleri, Lagina Hekate Tapınağı’nın da aralarında olduğu pek çok ören yerinde kazılar yürütüyor. Devasa lahitlerle birlikte git gide artan buluntuların sergilenmesi için Çinili Köşk’ün yetersizliği iyice ortaya çıkıyor. Osman Hamdi lahitlerin kamuoyunda yarattığı etkiden de faydalanarak II. Abdülhamid’in desteğini arkasına alıyor. Sanay-i Nefise Mektebi’nin de mimarı olan Alexander Vallaury’nin tasarladığı Arkeoloji Müzesi, aynı zamanda dünyanın müze olarak tasarlanan ilk yapıları arasında yer alarak 20. yüzyılı yeni kimliğiyle karşılıyor. Geniş merdivenli girişi, sütunları ve alınlıklarıyla bir tapınağı çağrıştıran, İstanbul’daki neo-klasik mimarinin önemli yapılarından biri olan müzenin cephesi, Ağlayan Kadınlar Lahdi’nden esinlenilerek tasarlanıyor. Yapının Osmanlıca “Asar-ı Atika Müzesi” yazan üçgen alınlığının üzerinde binayı inşa ettiren II. Abdülhamid’in tuğrası yer alıyor. Müzeye halihazırda projede yer alan sağ kanat 1904’te, sol kanatsa 1908’de eklenerek 3 bin metrekarenin üzerinde teşhir alanı olan bir mekân kazanılıyor.
Yunan ve Roma dönemlerine ait mezar stelleri, tapınak frizleri, heykeller, Sidon kazılarından gelen eserler, arkaik, Helenistik, Roma ve Bizans dönemine ait eserlerin sergilendiği ana müze, geniş çivi yazılı belge koleksiyonuyla da öne çıkıyor. Müzede ayrıca Osman Hamdi’nin müzecilik, resim ve arkeoloji alanlarında yaptığı çalışmalara belgelerle yer veren Osman Hamdi Bey Salonu da yer alıyor.
Arkeoloji Müzesi’nin önemli bölümlerinden biri de yaklaşık 50 bin kitap ve 2 bin kadar el yazmasından oluşan kütüphanesi. 19. yüzyıl klasizmini yansıtan kitaplıkları, masa ve korkuluklarıyla dikkat çeken kütüphane, Osman Hamdi Bey’in Avrupa’daki bağlantıları aracılığıyla edindiği ya da sipariş ettiği kitapların yanı sıra bağışlarla oluşturulmuş.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ni oluşturan bir diğer yapı Eski Şark Eserleri Müzesi’nde de Osman Hamdi Bey’in imzası var. 1882 yılında 2. Abdülhamit tarafından Sanayi-i Nefise Mektebi müdürlüğüne atanıp Osmanlı’nın ilk güzel sanatlar okulunu kurmakla görevlendirildiğinde, Akademi’nin müzeye yakın olması gerektiğini düşünerek bugün Eski Şark Eserleri Müzesi olarak bilinen binayı inşa ettiriyor. Bina, açıldığı 1883 yılından 1917’ye kadar güzel sanatlar okulu olarak kullanılıyor. Sonrasında Yunan öncesi Anadolu ve Mezopotamya ile İslam öncesi Mısır ve Arap Yarımadası’na ait eserlere yer veren koleksiyonlara ev sahipliği yaptığı için Eski Şark Eserleri Müzesi adını alıyor. Kompleksi oluşturan diğer yapı Çinili Köşk (1472) ise İstanbul’daki ilk Osmanlı yapılarından. Fatih döneminden kalma yapıda, Selçuklu ve Osmanlı döneminden eserler bulunuyor.
Müzenin Osman Hamdi Bey’in müdürlüğü devraldığında yaklaşık 650 eserden oluşan koleksiyonunun bugün 1 milyon esere ulaşmış olması bile tek başına, bizlere hem İstanbul gibi harikalar diyarı bir kentin altında yatan paha biçilemez zenginliği hem de müzenin varlığının önemini tekrar tekrar hatırlatıyor. Müze müdürlüğü görevini vefat ettiği 1910 yılına kadar sürdüren ve kendi tarihini kazdığımızda sanatçılık, eğitimcilik, yöneticilik becerilerini, keşfedilecek sonsuz hazineyi barındıran bu topraklarda köklü bir müze kurararak taçlandıran Osman Hamdi’nin adı da İstanbul Arkeoloji Müzeleri gibi hep yaşayacak.


1 Osman Hamdi Bey, Vincent Caillard’a gönderdiği mektupta müze için bu ifadeyi kullanıyor.
2 Zeynep Çelik, Asar-ı Atika – Osmanlı İmparatorluğu’nda Arkeoloji Siyaseti, Koç Üniversitesi Yayınları