KÜRATÖRÜNÜN GÖZÜNDEN “İKİ GÜNEŞ ALTINDA”

Odunpazarı Modern Müze, yeni sanat sezonunu biyolojik ve kültürel ilhamları takip ederek, "İki Güneş Altında" sergisiyle karşılıyor. Erol Tabanca Koleksiyonu'ndan seçilen eserlerin yer aldığı serginin küratörlüğünü Aslı Seven üstleniyor.Ağustos ayında açılan sergi 28 Temmuz 2024’e kadar görülebilir.Fotoğraflar: Pelin Kestanecioğlu

PAPER: OMM’da başlayan “İki Güneş Altında” sergisinin çıkış öyküsünü merak ediyoruz. Bizimle bu süreci paylaşır mısınız?

Aslı Seven: Süreç, Aralık 2022’de Defne Casaretto’nun müze adına benimle irtibata geçip, bir koleksiyon sergisi küratörlüğü için davet etmesiyle başladı. Odunpazarı Modern Müze, bünyesinde iki koleksiyon barındırıyor: Erol Tabanca ve İdil Tabanca koleksiyonları. Bugüne dek müzede yer almış olan sergilerin çoğu müzenin küratoryal ekibinin oluşturduğu tema ve seçkiler etrafında hem bu iki koleksiyondan, hem de dışarıdan ödünç alınan eserlerden oluşuyordu. Buna tek istisna açılış sergisi olan, Haldun Dostoğlu küratörlüğünde gerçekleşmiş olan “Vuslat” sergisiydi. “İki Güneş Altında” sergisi müzenin açılışından dört yıl sonra, yeniden yalnızca Erol Tabanca Koleksiyonu’ndan yapılmış bir seçki sunuyor. Benim için heyecan verici olan, kendi bakışımı bir koleksiyoncunun bakışıyla kesiştirebildiğim bir sergi tasarlayacak olmaktı. Koleksiyon sergisi küratörlüğünde üretim odaklı durumlarda olmayan bir mesafe söz konusu oluyor, eserlerin üretim süreçlerinden ve ilişkilerinden alınan bir mesafe. Bir koleksiyoncunun on yıllar boyunca bir araya getirmiş olduğu, belli parametrelere sahip bir ön seçki söz konusu. Bu da aslında bir küratör için yaratıcı bir kısıtlamayla birlikte farklı hareket alanları açabiliyor. Ocak ve Şubat 2023 tarihlerinde müzeye gerçekleştirdiğim ilk ziyaretlerin sonucunda binanın mimari özellikleri benim için ön plana çıktı. Binanın dışarısıyla kurduğu ilişki, güneşin ve doğal ışığın kademeli biçimde müzenin her katında duyumsanabilir oluşu, kesintili ahşap yapıların güneş ışığını bölerek çoğaltan ve içeride binlerce yansıma yaratan niteliği güneşin aynalanarak çoğalması fikrinin temelini oluşturdu. Bununla birlikte Erol Tabanca Koleksiyonu’nu incelemeye başladığım ilk günlerde oluşan bir kıyı seçkisi temayı yönlendirdi: Denizin kara ve gökyüzüyle buluştuğu manzaralar, denize, rüzgâra, kıyıya, kumsallara dair figüratif ve soyut betimlemelerin ağırlıkta olduğu resimler ön plana çıktı. Şimdi yedi, sekiz aylık bir mesafeden bakarken fark ediyorum ki burada belki o günlerde Türkiye’nin gündemini sarsan deprem felaketinin de etkisi oldu. Sanki müthiş karanlık ve sıkışık bir dönemin içine sürüklenmiştik ve kolektif olarak yeniden nefes alabileceğimiz, hayal kurabileceğimiz, düşünce üretebileceğimiz, perspektif kurabileceğimiz bir alan, bir mesafe, bir imgelem kurmak istedim. Kıyılara odaklanan bu seçki aynı zamanda sanatçıların Türkiye coğrafyasının yüz yıllık tarihine ve dönüşümlerine nasıl bakmış olduklarına dair bir izlek sunuyor. Geniş zamanlı bu bakışın sergi üzerine çalıştığımız aylar boyunca kişisel olarak sağaltıcı bir etkisi olduğunu söyleyebilirim, umarım izleyiciler için de benzer etkileri olur.

 P: ‘İki Güneş Altında’, gökyüzünde iki güneş olasılığının açtığı mitolojik ve spekülatif ufuklardan, dünyadaki varoluşumuzun Güneş’le olan derin bağlantılarına uzanan bir keşif yolculuğu sunuyor.” Bu cümleyi bizim için biraz açabilir misiniz?

A.S: Sergiye eşlik eden metinde ele aldığım üç anlatı var. Bunların ilki NASA’nın 2012 yılında başlattığı Kepler Misyonu. Samanyolu galaksisinde gerçekten iki güneş etrafında dönen bir gezegen sistemi keşfediliyor ve ona Kepler-47 ismi veriliyor. Bu sistemin merkezinde birbiri etrafında dönen ve yerküreden baktığımızda 7.5 günde bir birbiriyle tutulmaya giren iki güneş var. Bu keşif iki güneşin yarattığı değişken, gerilimli, aşırı sıcak ortamda gezegenlerin oluşum süreçlerine dair yeni bilgiler ve hipotezler doğuruyor. Bilimsel keşfin avangard diyebileceğim uç noktalarıyla derin tarihe dair bakışımızda ortak spekülatif yöntemler var. Gökyüzünde iki ve daha fazla güneşin yer aldığı dönemlerin tasvirine Orta Amerika’da Maya mitolojilerinden Avrupa’ya ve Çin’de bin güneşten bahseden mitolojilerde rastlamak mümkün. Yerkürede kayda geçen en sıcak yazın yaşandığı 2023 yılındaki değişken, gerilimli, aşırı sıcak bir ortamı değerlendirirken de doğal dengeye dair bildiklerimizin kesinliği kayboluyor ve spekülatif yöntemler alan kazanıyor. Sabit ve kontrol edilebilir sandığımız doğal dengenin rayından çıktığı ve tehditkâr dönüşümlere yol açtığı bu dönemi anlamaya çalışırken astronominin derin zamanı kadar, insanlığın derin tarihinden bize uzanan mitolojik anlatıları hatırlamak da yararlı. Sanatsal üretime ve sanatın deneyimlenme biçimlerine odaklanırsak, burada da güneşle olan ilişki hem ışık algısıyla ve optik bilinçaltıyla ilgili temel meseleleri harekete geçiriyor, hem de görünür olanın ötesinde bedensel bir hafızaya, bedensel bilinçaltına gönderme yapıyor. Biyolojik dürtülerle kültürel dürtüleri kesiştiren, hem sanatı hem de geniş anlamıyla “techne” diyebileceğimiz insan yapıtlarını güneşe öykünen biçimler olarak ele alabiliriz.

P: Mitoloji ve bilimsel temalar; bu iki farklı bakış arasında denge kurmak ve bir sentez yaratmak için nasıl bir strateji benimsediniz?

A.S: Bilim, sanat ve mitoloji arasındaki kesişim noktaları anlatı ve soyutlama arasındaki ilişkinin kökenine indiğiniz zaman belirginleşiyor. Ütopya dediğimiz şeyi ele alırsak örneğin, insanın temel varlık sorunu veya dünyadaki konumu bilgi ve bilginin sınırları kadar bilinmeyenle de ilişki içinde konumlanıyor. Aslında gerçeklik algımız belirli tarihsel koşullar içinde etrafında konsensüs oluşmuş bir önermeler bütünü ve geniş zaman kipinde değişime her zaman açık. Gerçekle kurmaca arasındaki ilişki antropolojik bir değişmez gibi, insan bilgisinin sınırlarıyla uğraştığımız alanlarda, bilim ve sanat gibi, son derece canlı ve üretken biçimlerde vücut buluyor – ki bu bilinmeyen dediğim şey gelecekle ilgili olabilir, veya coğrafi bir bilinmeyen olabilir. Örneğin 15. yüzyılda henüz keşfedilmemiş okyanuslara dair haritalara kondurulan fantastik canavar betimlemelerini hatırlayın. Benim amaçladığımsa sanat eserlerini deneyimlerken bilinmeyenle olan ilişkimizi canlandırmak, doğru, yanlış veya gerçek olarak öğrenmiş bulunduğumuz önermelere bir mesafe alarak, baktığımız şeyin içinde bilmediğimiz bir şeylerin olduğunu varsayarak bakmak ve hem bireysel hem kolektif anlamda sezgilerimizi, hayal gücümüzü harekete geçiren bir alıştırma olarak ele almak. Sanata bu şekilde yaklaştığımızda özgürleştirici bir alanı yeniden ele geçirmek mümkün.

P: Sergi, Erol Tabanca Koleksiyonu’ndan seçilen sanatçıların eserlerini içeriyor. Bu koleksiyonun özellikleri ve içeriği serginin temasıyla nasıl bir etkileşim içerisinde?

A.S: Erol Tabanca Koleksiyonu resim mecrasının öne çıktığı bir koleksiyon. Tuval veya kâğıt üzerine çeşitli teknikler kullanarak üretilmiş, yüz yıldan fazla bir tarihsel döneme yayılan eserler söz konusu. Bunlara ek olarak heykel, enstalasyon ve video mecralarında eserler de mevcut. Sergide de bunu yansıtan bir dağılım söz konusu, 1909 ve 1911 tarihli Hoca Ali Rıza’nın İstanbul Boğazını betimlediği manzaralardan başlayıp 2020’lerde bugün Türkiye’de yaşayan ve üreten dört nesil sanatçının eserlerine uzanan bir çerçeveyle karşılaşıyoruz. Buna ek olarak serginin teması etrafında daha az sayıda yurtdışından sanatçının eserlerine, örneğin Etel Adnan ve Zoe Paul gibi isimlere de yer verdik. “İki Güneş Altında” başlığıyla çizdiğim kavramsal çerçevenin oluşmasında önemli rol oynamış bazı eserlere değinebilirim. Örneğin Taner Ceylan’ın Turunç adlı işi müzenin en üst katında, binanın güneşle ilişkisinin en yoğun duyumsandığı alanda yer alıyor. Yukarıda bahsettiğim güneş yansımalarının ve kırılmalarının bina içindeki izdüşümlerini izleyebildiğimiz bu katta, sanatçının aynen izleyiciler gibi duvara yansıyan bir güneş ışığını izlediği bir otoportre. Aynı katta yer alan İlhan Koman’ın “Gezinen İhtiyar – Derviş” isimli heykeli, kinetik özelliklere sahip, temel fizik ve geometri prensiplerini harekete geçiren, üçgen prizmadan dairesel bir hareketliliğe doğru uzanan ve çoklanan gölgeleriyle, bu noktaya yerleştiğinde bir bakıma gezegenler ölçeğinde bir rotasyonla ilişki kurabilen bir eser. Bu sergiyi kurarken, güneş ve doğal ışıkla olan ilişki kadar müze binasının dış dünya ile kurduğu ilişkiyi de görünür kılmaya özen gösterdim. Yine burada yer alan Etel Adnan’ın baskı işlerinde izleyebildiğimiz, dağ, deniz, gökyüzü ve güneş gibi biçimleri andıran kompozisyonlar, pencereden dışarı baktığımızda görebildiğimiz, Eskişehir’i çevreleyen ve kentin sınırlarını belirleyen dağların görüntüsüyle, o dağların ardından her gün izlenebilen güneş batışıyla ilişkiye girebiliyor.

P: Birbirinden farklı disiplinlerde üretim yapan bu sanatçıların eserlerinin, sergide birbirleriyle olan ilişkisinden söz eder misiniz?

A.S: Sergi OMM binasının dış dünyayla ve güneş ışığıyla kurduğu kademeli ilişkiyi üç kata yayılan, üçlü bir kurguyla takip ediyor. Sorunuzu zemin kata odaklanarak cevaplayabilirim: müzenin en kapalı alanı olduğu için burada yer alan video ve resimler “Öykünme Dürtüsü” başlığı altında bir araya geliyor ve doğal ışığı yapay yöntemlerle yeniden üretmekte kapalı alanların önemini vurguluyor. Bu kapalı alan Mübin Orhon resimlerindeki gibi bir renk alanı olabildiği gibi, camera obscura tipi aygıtları, pencereyi, pikselleri ve insan bedenini kapsayarak çoğaltılabilir, hatta bazı eserlerin formal kurgularında, örneğin bu katta yer alan İnci Eviner’in “Olağan Şartlar” adlı video eserindeki loop yapısının kapalı devre döngüsünde de ifade bulabilir. İnsan bedenini bir kapalı alan gibi ele alan, bir nörocerrahi ameliyat sahnesini fotografik bir arşivden yola çıkarak betimleyen Alpin Arda Bağcık’ın “Pipiotazin” resmiyle Nejat Satı’nın “Hastalık” serisinden hücresel, mikrobiyolojik görüntülemeleri andıran resmini yan yana astığımızda bedenin içini görme, bedenin içini aydınlatma gibi bir dürtüyü takip edebiliyoruz. Bunların karşı duvarında asılı olan Nejad Melih Devrim’in soyut bir tablosuyla Yağız Özgen’in “256 Web Colors” adli işi arasında piksel ve pencere yapıları üzerinden formal bir ortaklık bulmak mümkün, ve buradan Mübin Orhon’a dönersek, kağıdın yapısını tekrarlayarak kompozisyondan içeri doğru derinleşen ve aydınlanan renk alanlarını birbirini doğuran pencereler, karartmalar ve renk huzmeleri olarak okumak mümkün.