Çok sevdiğim kitap,
Tanıştığımızda sen iki bin beş yüz yaşındaydın, ben bir. Kelimelerinin ne anlama geldiğini henüz bilmesem de resimlerinle götürdüğün dünyalara merakla daldım.
Okul vakti geldiğinde daracık omuzlarıma içi sen dolu bir çanta yüklenip yollara koyuldum. Teneffüste bahçeye onunla çıkacak kadar temkinli (ürkek) bir kız çocuğu olarak. Meşhur kırmızı kurdele kara önlüğüme iliştirilince dünyalar benim oldu. Parlak hediye paketlerinin içinden sen çıktığında yüzü düşenlere hayret ettim.
Biraz büyüdüğümde, canım babam bir konuda sınırsız harcama hakkım olduğunu söyledi. Sen. Bu cömert teklifi cömert bir biçimde değerlendirdim. Gün geçtikçe daha çok bağ kurdum, sana daha çok bağlandım. Dünyayı senle tanıdım, fikirlerimi, hislerimi senle keşfettim. Altını çizmeye başladım cümlelerinin. Çok keyifli bir anımda da yanımda sen ol istedim, en zor zamanımda da. Zihnim, kimsenin kurallara uymadığı bir dörtyola döndüğünde, kontrolümün dışındaki bir şeyleri değiştirmek isteyip çuvalladığımda, devam edemeyecek kadar güçsüz ve çaresiz hissettiğimde, kısacası her düştüğümde sana tutunup kalktım. Değil sensiz bir hayatı, tek bir günü geçiremez oldum.
Seninle her buluşmamızı iple çektim. Sahile inmeyi, vapura binmeyi, eve dönmeyi, yalnız kalmayı… Mesela ben geç kalanlara da hiç kızmadım. Ne de olsa senle bir kaçamak demekti bu.
Her mekân, senle daha güzel göründü gözüme. Kitapçılar, cennetim oldu. Bazen sordular, peki ya en çok hangisi? Çocuklarının arasında seçim yapması beklenen anne gibi hissetsem de, Paris’teki o Shakespeare’i söyledim. Ahşap raflara sinmiş hikayeler, el yazısı notlar, piyanodan yayılan ses ve bütün bu dünyanın tadını çıkarmak için yumuşacık minderler varken bir insan daha ne isterdi ki?
Hatıralara çokça değer veren ben, sahaflarla başka türlü bir bağ kurdum. İsimler, tarihler, şehirler, notlar bambaşka diyarlara biletti benim için. Kendi şehrimdekiler bir yana dünyanın diğer ucunda sen dolu -diğer tutkum olan moda tarihi dolu- bir depo buldum. Sahibi özür diledi, beni böyle bir mekâna soktuğu için. Cennet için özür dilenir mi, dedim.
Kütüphanelerle ise tarifi pek de mümkün olmayan bir duygu yaşadım. Dünyanın dört bir tarafındaki devasa tavanların altında adeta ayıkken sarhoş hissederken, günün birinde binlerce insanın ziyaret edeceği bir sanat kütüphanesi kuracak kadar şanslı oldum.
Ve bir gün oturup, seni yazdım.
22 yaşında yazdığım dilbilgisi kitabını saymazsak, 35 yaşımda. İlkokulda aile fertleri için hazırladığım gazetelerin, ortaokul yıllarımdaki edebiyat ödüllerinin, yetişkinlikteki dergiciliğimin birçoklarına göre beklenilen bir sonucuydu bu. Benim içinse her şeye rağmen beklenmedik ve heyecan verici.
Edebiyat aşkım sayesinde tanıştığım dostumla yazdık seni. O güne dek kitapçıların çok satanlar kısmına önyargıyla bakan ben, tüm rafı dizi dizi kaplayan o bembeyaz kapağının yanında “1” rakamını görünce gururlu bir ebeveyn gibi uzaktan baktım sana. Büyün, bu defa bir okur olarak değil bir yazar olarak sardı beni. Daha ne kadar güzel olabilirdin ki?
Evimizin o en sevdiğim köşesinde, sen dolu rafların önünde yazıyorum şimdi bu mektubu. Ayfer Tunç’un Madam’ından, Jack London’ın Martin’ine, Abidin Dino’dan Eckhart Tolle’ye sayısız dostla birlikte.
Ben yine sessiz bir kış sabahı şehrin sevdiğim café’sinde seni yazacağım, baharın gelişiyle parkın banklarından birinde seni okuyacağım, pencerelerinden gün ışığının sızdığı o kütüphaneyi dünyanın en güzel kitaplarıyla dolduracağım.
Okunacak, yazılacak, paylaşılacak nice senin şerefine!
Seni çok, çok başka seviyorum.
Bb.