AARON NOMMAZ

Kabataş’ın az ilerisi, ‘Setüstü’ mahallesi, yeni nesil mahalle kafelerinin sırası… Kat İstanbul, daire Portekiz Konsolosluğu. Boğaz’a nazır, deniz kokan, saf güzelliğe bakan masasının arkasında, ince cam okuma gözlüklerin altından sıcak bir tebessümle konuşan, ‘gizli’ bir İstanbul kahramanı o: Aaron Nommaz.

Bugün, ‘dede ülkesi’ dediği Portekiz’in İstanbul’daki konsolosluğunda özel danışman olarak ayrı bir ofisi olması, kimliğinin sadece bir parçası. Aynı şekilde, yazar olmamasına rağmen Osmanlı Tarihi’ndeki Yahudi izlerine dair kültürel ve tarihi açıdan kıymetli kitaplar (‘Yahudi Casus: Josef Nasi’ ve ‘Kanuni’nin Yahudi Bankeri: Dona Gracia) yazması da… Diplomat, mühendis, iş adamı, ‘Büyükada’ çocuğu ve her şeyden öte bir İstanbul aşığı.

Yazarlığının referansları sağlam. İlber Ortaylı dahil tüm ‘büyük’ tarihçilerin kapısını çalmış, Yahudilerin Osmanlı tarihindeki yerine dair uzun sohbetler gerçekleştirmiş, “Hocam bunlarla ilgili bir kitap çalışsanız keşke” yaklaşımına karşılık hep aynı yanıtı almış: “Bunu en iyi sen yazarsın Aaron’cuğum. Sen otur yaz, desteğin hazır”

GÜL BAHÇESİ KOKUSUNDA

Aslen İzmirli. 9 yaşında taşındığı, tanıştığı İstanbul’la ilişkisi
“Adada bizim eğlendiğimiz kadar hiçbir nesil eğlenmemiştir…” diyecek kadar eski ve kuvvetli. Çocukluğu ve lise yılları Nişantaşı’nda geçmiş; okuldan eve tramvayla gitmesini heyecanla hatırlıyor. Ve tabii, 17.15 Ada Vapuru’nu: “Herkesin işten çıkıp adanın yolunu tuttuğu vakittir. Hele babamın özel misafiri varsa, mutlaka önden gönderilirdim vapura, yer kapayım diye. Herkesin çok şık olduğu, birbiriyle hoş sohbet ettiği, o zamanın ruhuna dair çok şey söyleyen bir detaydır, o vapur seferleri…” Türk, Yahudi ve Rum dostların hep birlikte katıldığı baloları anıyoruz, seste hafif nostaljik bir ton: “Benim oğlum bırak ucundan yakalamayı, rüyasını bile görmemiştir o baloların.”

“Benim ülkem, benim şehrim burası” diyerek hikayesine devam ediyor; başta İstanbul, tüm Türkiye’deki ‘azınlık’ olarak görülen kitlenin kattığı rengi, bir İnönü-Atatürk anekdotuyla aktarıyor: “Farklı gruplar arasında yaşanan anlaşmazlıklar ve çatışmalar, İnönü’nün canına artık tak etmiş, Atatürk’ün yanına gidip ‘Atalım bunların hepsini memleketten’ çıkışında bulunmuş. O sırada bahçedeki çiçeklerle ilgilenen Atatürk, biraz başının ağrıdığını ve bunu konuşmak için ertesi gün tekrar gelmesini rica eder İnönü’den. Ertesi gün olur, İnönü Atatürk’ü yine bahçede bulur. ‘Paşam, dün şahane ve rengarenk güllerimiz vardı. Ne oldu hepsine?’ diye sorar İnönü. Yanıt gecikmez: ‘Hepsini söktürdüm. Yerine sadece lale ektim. Nasıl olmuş?’ “

KÜLTÜREL BİR HARİKALAR DİYARI

‘Gözle görülmediği halde derinden hissedilen’ çizgilerden bahsetse de Nommaz’a göre İstanbullular arasında, mahallelerde, sokaklarda, sofralarda karşılığı olmayan, devlet katında sınırlı kalan bir tür kırmızı çizgi bu.  ‘Hoca’ fıkraları, yemek ritüelleri, günlük deyimler… Nommaz’a göre hepsi o kadar yakın, hatta aynı ki hangisi birbirinden etkilenmiş, ayıklamak zor: “Bayram kutlamalarında evin kapısı açık bırakılırdı. Müslüman komşularımız gelir, bizim bayram ritüelimizin bir parçası olurdu. Bir yandan merakla geleneklerimizi inceler, diğer yandan bizimle birlikte bayram kutlamaktan mutlu olurlardı. Birbirimizin evlerinde, çekinmeden buzdolabını açıp farklı bir lezzet keşfetmekten büyük mutluluk duyardık.”

Biraz metropolde yaşamanın sancıları, biraz devlet politikası, biraz zaman içinde yitirilen saflık ve kurulan doğal ilişkiler… Kentin zengin ruhundan, ortak hafızadan eksilen, silinen, yok olan yüzlerce ‘kültür’ anekdot… Geriye dönüşü pek de mümkün olmayan bir erozyon gibi dursa da her şeye rağmen, bireysel olarak ucundan tutup bu kültürel zenginliği korumak mümkün mü? “Tabii ki…  İstanbullu olmanın en büyük ayrıcalığı, durduğun yerden farklı kültürleri keşfetme ve bizzat deneyimleme şansına sahip olmaktı” diyor Nommaz. Hemen ekliyor üzerine: “O kadar derin katmanlı ve çok kültürlü bir şehir ki burası sıradan bir gün geçirmek bile koca bir ‘kültür seyahati’ne bedel. İstanbul burası. Bazı hikayeleri ve özellikleri, ne kadar çabalasalar da silemezler ruhundan.”

YAŞ ALMAYAN ŞEHİR

“Hayat okulu gibi bir şehir” dediği İstanbul’u izliyoruz bir yandan. Vapurun yanaşması, trafiğin yavaşlamaları, martıların coşması… Nommaz’ın tezi şu: İstanbul’u, içinde barındırdığı tüm kültürleri ve renkleriyle birlikte yaşayarak buradan ‘mezun olan’ bir İstanbullunun sırtı hayatı boyunca kolay kolay yere gelmez. Gerekçesi basit ve anlaşılır: “Daha anlayışlı, etkileşime daha açık büyür insan burada. Dünya görüşü ve algısı daha zengin olur. Öyle enteresan bir yer ki üzerinde 100 yıl bile yaşasan, hala her gün farklı bir köşesinden yeni bir şey öğrenebilirsin. Yeter ki bakmasını, yaşamasını bil…”