BERAL MADRA
Türkiye'de sanatın bugününde olduğu kadar geçmişinde ve geleceğinde de söz sahibi bir isim Beral Madra. Kendisiyle Sanayi313’te bir araya gelerek İstanbul’u ve tıpkı İstanbul gibi dönüşerek inşa ettiği hayatını konuştuk. Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
İstanbul’un dünüyle kıyaslayınca, bugününden şikâyetçiyiz hep. Bir türlü beğendiremez kendini biz sakinlerine İstanbul. Haksız da sayılmayız hani; bir insan hayatı kadar kısa bir zaman diliminde, olabilecek en muazzam değişimleri yaşatmış bir şehirden bahsediyoruz. Beral Madra da, 80 küsür yılda İstanbul’un geçirdiği sosyal, ekonomik, politik ve mekânsal değişimlerin en yakın şahitlerinden. Haliyle, şimdiki İstanbul ile arasının nasıl olduğunu merak ediyorum.
“Finansal açıdan zorluk çekmeyenler belki bunu fark etmiyor ama söylemek zorundayım; bu şehirde çok büyük bir refah toplumu yok. Büyük yoksullukları içinde barındıran bir yer İstanbul. Birincisi heterojen bir şehir, ikincisi de distopik bir şehir. İstanbul’u rahatsız eden de bu distopya. Marmara Denizi’nden baktığınızda büyük resmi görebiliyorsunuz. Aşağıda kendisini tarihsel olarak kanıtlamış bir şehir var, ufukta ise gökdelenler. Tarih ve neo-kapitalizmin büyük çarpışması… 50 yıl gibi kısa bir sürede üç milyondan 20 milyonlara çıkan bir nüfus. Yine de, çok güzel yaşadım bu şehirde. İstediklerini yapabilen şanslı insanlardan biri oldum. Bu elbette kolay değil. Çok çalıştım, hala da çalışıyorum. Bu şehrin kültürüne katkılarım oldu. O yüzden İstanbul’u kötüleyemiyorum ama gerçekleri de görmek gerekir, öyle değil mi?”
Nişantaşı’ndan yolu geçenlerin çok iyi bildiği Ralli Apartmanı’nın, bugün Suriye Konsolosluğu olan dördüncü katında, 1942 yılında başlıyor Beral Madra’nın İstanbul macerası. Sanata olan ilgisi de öyle. “Alt kat komşumuz Fahrünnisa Zeyd idi. Avlunun penceresinden resim yaptığı odayı görebiliyordum. Çocukken onu izlemekten büyük keyif alırdım” diyor. Beral Madra’nın ailesi 19. yüzyıl sonlarında, Kırım’dan gelen Türk kökenli gruplardan. Önce Gedikpaşa’ya yerleşiyorlar, ardından Nişantaşı. Geçmişte aileler birbirlerinden kopmayıp bir arada yaşama geleneğine bağlı olduklarından, Ralli Apartmanı’ndaki 12 odalı dairede de, daha sonra Beral Madra’nın babası Yahya Kefeli’nin, Şakayık Sokak’ta yaptırdığı yeni apartmanda da tüm aile beraberler.
OKUL YILLARI
İlk gençlik yıllarımız, belki de dış dünyayı anlamaya en istekli olduğumuz dönemdir. Beral Madra’yla sohbetimiz sırasında konu lise yıllarına gelince, gerçek anlamda İstanbul keşfinin nasıl gerçekleştiğini soruyorum:
“Nilüfer Hatun İlkokulu’ndan sonra, beni Alman Lisesi’ne yazdırdılar. Her sabah Nişantaşı Karakolu’nun köşesinden otobüse biner, Tünel’de inerdim. Benim için büyük bir İstanbul keşfiydi Beyoğlu. Şimdiki haliyle kıyas kabul etmeyen sakinlikte ama renkli, keyifli bir yerdi. 1955’te 6-7 Eylül olayları yaşandı. O günlerde okula gidemediğimizi hatırlıyorum. Sonrasında da Beyoğlu’nun hüzünlü, kasvetli bir hal aldığını… Okula gidip gelirken, otobüsün camından seyrettiğim, fırsat buldukça Taksim’e doğru biraz yürüyebildiğim o canlı Beyoğlu yok olup gitmişti. Anadolu’dan gelen göç dalgasını görüp hissettiğimi söyleyebilirim. Zamanla Beyoğlu’nun profil değiştirişini her haliyle gördüm. Tabii Alman Lisesi’nde okuyor olmamın, belirli bir bilinç kattığı da yadsınamaz. Düşünün 50’li yıllar, Almanya’dan gelen hocalarımız vardı. Bugün, yaşamım boyunca siyasal yönlendirilmemin temellerinin de o yıllarda atıldığını düşünüyorum. 1960’ta 27 Mayıs’ı yaşadık. O dönemin öğrenci ayaklanmalarını gördük. Bütün bunlar en çok İstanbul’da hissediliyordu.”
Arkeolojiyi İstanbul Üniversitesinde, tarihin belki de en şanslı dönemlerinden birinde okuyor. Halet Çambel, Jale İnan, Arif Müfit Mansel, Kurt Bittel, James Mellaart gibi Anadolu Arkeolojisi’nin tüm ikonik bilginleri Beral Madra’nın hocaları.
“Çambel bizleri bugün Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışlanan evinde ağırlardı. Defalarca o eve gidip Halet Çambel’in arşivini inceleme şansı edindim. O sırada İstanbul’un eski, geleneksel Boğaz yaşamını da deneyimleme fırsatım oldu. Laleli’ye de çok giderdim. Değil bir tek lokanta, üniversitenin içinde kafe bile yoktu. Yiyeceklerimizi fırından alır yerdik. Okuldan çıktığımızda boş alanlar, tarihi binalar ve dükkânlar görürdük. O yıllarda Kapalıçarşı’ya gitmeyi, Tahtakale’nin çarşı mekânlarında gezmeyi çok severdim. Kapalıçarşı ziyaretlerim yıllarca sürdü ama kitle turizmi başladıktan sonra yavaş yavaş ayağım çekildi, şimdi hiç gitmiyorum” diyor Madra.
Takip eden yıllarda, fotoğraf sanatçısı Teoman Madra ile evliliğiyle, zaten ilgili olduğu sanat ortamlarının içine daha yoğun bir şekilde çekilirken, Ayvalık giriyor hayatına. Beral Madra’nın, İstanbul-Ayvalık arasında mekik dokuyarak geçirdiği yıllarda, İstanbul da boş durmayıp şekilden şekle bürünüyor. Göçler alıyor, büyüyor, yeni bir darbeyle yeni toplumsal travmalar yaşıyor. 1980 yılında Beral Madra, eşi ve çocuklarıyla birlikte İstanbul’a dönüyor. Bir süre iş aradıktan sonra, Mimar Utarit İzgi’nin ortağı Ali Muslubaş’tan aldığı bir teklifle Maçka’da, Armo Sanat Galerisi’nin yöneticiliğini yapmaya başlıyor. Akabinde Mimar Sinan Üniversitesi’nde 20. yüzyıl Sanatı üzerine ders veriyor. Bu esnada karşısına kendi galerisini kurma fırsatı çıkıyor. Valikonağı Caddesinin en sonunda küçük bir mekânda Galeri BM’yi kuruyor. Söz kariyerinden açılmışken “İstanbul Bienali yolculuğunuz nasıl başlıyor?” diye soruyorum.
“KÜRATÖRLÜĞÜN KADERİNDE BAĞIMSIZLIK VAR.”
“Mimar Sinan Üniversitesi’nde ders verirken, İKSV’ye davet edildim. Uluslararası bir sergi yapacaklarını, beni de danışma kurulunda görmek istediklerini söylediler. Bir buçuk sene danışma kurulunda çalıştıktan sonra koordinatörlüğe geçtim. O zamanlar Bienal değil ‘Tarihsel Mekânlarda Çağdaş Sanat Sergileri’ olarak adlandırılıyordu bu proje. Germano Gelant, Norman Rosenthal gibi önemli küratörleri davet edip çalıştay yaptık. Türkiye’de bir darbe atmosferi vardı, darbe generali cumhurbaşkanıydı. Türkiye dışarıdan pek de demokratik görünmüyordu. Özel sektör bu durumun zorluğu ve acısını çekiyordu. Liberal ekonomiye geçerken sadece iş yapmak yetmiyor, markalar oluşması, büyük networkler kurulması lazım. Bienal ile tarihi mekânlarda bir cazibe alanı yarattık, Ayasofya, Aya İrini gibi yerleri kullandık. Sanatçıları seçtik, konseptleri yaptık, yerleşmeleri düzenledik. Bizim orada öncülük yaptığımız şey; Sovyetler Birliği, Batı ve Üçüncü Dünya Ülkeleri olarak kutuplara ayrılmış bir dünyada Türkiye’nin Üçüncü Dünya ülkesi imajını Bienal vesilesiyle silmekti.” diyor.
Başarıyla gerçekleşen bu projeyle Türkiye, ‘Birinci Dünya’nın ihtişamına kavuşamayan ülkeler’ imajından sıyrılıyor ve sanat üretimi görünür hale geliyor. Yine aynı şartlarda İkinci İstanbul Bienalinin küratörlüğünü de Beral Madra gerçekleştiriyor. İsmi yurtdışında duyulmaya başladıkça, büyük networkler kuruluyor ve teklifler geliyor. Galeri BM’yi Akkavak Sokak’ta daha büyük bir mekâna taşıyor. Bir taraftan galeriden bağımsız, yurtiçi ve yurtdışında farklı platformlarda öncü çalışmalarına da devam ediyor, yıllarca Venedik Bienaline sergiler taşıyor. Üçüncü İstanbul Bienali’nde neden yer almadığını sorduğumda, gülümseyerek cevaplıyor; “Devamlı aynı kurum için küratörlük yaparsanız, bir noktadan sonra o kurumun ideolojisini yansıtmaya başlarsınız. Oysa küratörlüğün kaderinde bağımsızlık vardır.”
“KÜLTÜR SANAYİSİ DE KAPİTALİZMİN BİR PARÇASI.”
Beral Madra’nın , tüm kariyer yaşantısını kurduğu İstanbul’daki ekonomik ve sosyal değişimler konusunda öngörüsü çok yüksek. Nişantaşı’nın karakter değiştirmeye başlamasını ve yavaş yavaş tüketime doğru yönelen bir kitlenin gelişini olumsuz bir değişim olarak yorumlayıp Galeri BM’yi 2001 yılında kapatıyor. Ortaklarıyla birlikte rotasını önce Karaköy’e, sonra tarihsel ruhu yakalamak adına Beşiktaş’a çevirip, Kuad Galeriyi yönetiyor. Şehrin değişmesi ve güncellenmesiyle keyif aldığı yerler, şehre dair rutinleri de zamanla değişiyor, güncelleniyor.
“80’li 90’lı yıllarda Beyoğlu’nda, Tünel’deki bazı kafelere gitmeye başladım. Çünkü sanat oralarda aktifti. Şimdi Cafe vardı, hala açıktır. En çok uğradığım mekândı. Beyoğlu’nda St. Antoine Kilisesine gider mum yakardım. Noel gecelerini kaçırmazdım. Osmanbey ve Kurtuluş çevresinde dolaşmayı çok severdim. 2015’ten beri devamlı olarak Bostancı’da yaşıyorum. Kadıköy ve Bahariye’de dolaşıyorum, buradaki eski dükkânları ve evleri görmek hoşuma gidiyor. Avrupa Yakası ve Anadolu Yakası, şehir yaşantısını epey zorlaştıran bir durum. Ancak bu ‘kıta değiştirmek’ dünyada başka hiçbir şehirde bulamayacağınız, her seferinde size dünya ölçeğini hatırlatan çok etkileyici bir özellik. Zaten hep söylerim; İstanbul bir ikilemler şehridir.”
İçinde, yeniden okunan bir tarih bulduğum sohbetimizin sonuna yaklaşırken “Peki bu ikilemler şehrinin sanat ortamı toplum için ne ifade ediyor?” diye soruyorum. “Toplum başka bir dünyanın olabileceğine dair işaretler buluyor sanat sergilerinde. Her ne kadar biraz şifreli de olsa, gördükleri yapıtların anlattığı hikâyeler var. Sanatçıların sunduğu düşsel ve zihinsel güçleri harekete geçiren alternatif bir dünya buluyor insanlar sanatta. Şehirde yaşanan tüm zorluklar arasında sanat insanlara bir çıkış yolu açıyor. Düşüncenin özgürlüğünü görmek rahatlık veriyor. Sanat ve kültür vahşi kapitalizmin hem içinde olup, hem de ona karşı bir direnişin göstergesi.” diyor. “Şunu da kabul edelim” diye ekliyor; “Kültür sanayisi de kapitalizmin bir parçası. Ama o parça boyun eğmiyor. Bütünü sürekli eleştiren bir ortam sağlıyor.”