HAYAL DEĞİL HAKİKAT
Handan Börüteçene’nin İstanbul’u hayal dünyası kadar renkli, bu kente dair ürettiği yapıtlarsa hakikatin sanatla buluştuğu yerde belleğin kaydını tutuyor. Fırsat bu ya, Salt Beyoğlu’nda 14 Nisan’a kadar sürecek “Üç İç Denizin Ülkesi” başlıklı sergisinde kentin binlerce yıllık tarihinde yolculuk yapmak da mümkün.
Kentin bütün surlarından, yıkık saraylarından, yerin altında sessizce duran o eski uygarlıklardan, misal yüzyıllar önce Sultanahmet Meydanı’ndan sökülüp Venedik’e götürülen Quadriga atlarından bir tek o sorumluymuş gibi tutkuyla bağlı İstanbul’a Handan Börüteçene. Hiçbir şeyin ölü olmadığına inanan, enerji saçan her şeyi dinleyen, kayıp olanın peşine düşen biri olarak her dönem talan edilmiş bir kentte yaşadığımızı en yakından takip edenlerden.
Onunla Salt Beyoğlu’ndaki hem “üç iç denizin ülkesi”nin hem de İstanbul’un binlerce yıllık belleğinin kaydını tuttuğu yapıtlarından oluşan sergisinde buluştuk. İstanbul’da günlerden lodostu. Bu kente dair herhangi bir verinin onda bir karşılığı olduğunu bir kez daha anlamış oldum.
“Bir boğaz ve iki iç denizin ortasında yarımadalardan oluşan bir kent İstanbul” diyerek başlıyor söze. “Sinan’ın yaptığı ve bir dağ formunda topografyaya yayılan Süleymaniye Camisi dışında dağı da yoktur İstanbul’un. Bu özellikleri kentin rüzgarları alış şekillerini de belirler. Poyraz, keşişleme, karayel… Ama en önemlisi İstanbulluyu kuşundan kedisine, insanına telef eden lodostur. Yorar, huzursuz ve sinirli yapar. Bu yüzdendir ki İstanbul’da Roma döneminden idam cezasının kaldırıldığı 1984 yılına kadar idam cezası davaları lodoslu bir güne denk geldiğinde görülmezmiş.”
Bugünden hayal etmesi zor şeyler anlatıyor. Bir dönem filminin içinde gezinir gibi uzanıyoruz çocukluk yıllarına. Yıldız Sarayı’na bağlı bir mahalle olan Yıldız’da geçiyor ilk çocukluğu. Adnan Menderes, Barbaros Bulvarı’nı açmadan önce Serencebey, Abbasağa, Beşiktaş ve Yıldız’ın bir bütün olduğu, her biri bir bahçenin içindeki evlerden biri de onlarınmış. Bulvar yapılırken yıkılan o dede evini hatırlaması mümkün olmasa da semtteki insan dokusunu unutmuyor. Mesela Cumhuriyet’in ilanının ardından halifeliğin kaldırılmasıyla dağılan haremin kadınlarını… Piposunu savura savura içen Çerkez kökenli Adviye Hanım’ı ya da beyaz saçlarının üzerine attığı şalla mahallede salınan İtalyan Dilruba Hanım’ı…
“Biz o mahallede her türlü dinden, ırktan insanla hep birlikte büyüdük. Böyle tarif etmek bile zul geliyor, o zamanlar bu ayrımları bilmezdik ki. Kimse kendini yalnız, yabancı, dışlanmış hissetmezdi. Bayramlarımız hiç bitmezdi mesela. Kandilleri, Paskalya’yı, Noel’i, Şeker Bayramı’nı hep birlikte kutlardık. İlkokul son sınıfta Etiler’e taşındık. O zamanlar Etiler dağ başı sayılıyordu, kurt iniyordu oralara. Bugün Akmerkez’in olduğu yerde at binerdim. Levent Lisesi’nden Bebek’e kadar her yer fıstık çamıyla doluydu. Akatlar’ın tamamı çiçek tarlasıydı, İstanbul’un her yanına çiçek oradan giderdi. Arnavutköy bostandı, çilekleriyle meşhurdu. Yaz olunca ise Tarabya’ya, halamlara giderdik. Yüzmeyi orada öğrendim. Koyun zemininde Therapia kentinden kalan limanın mermer döşemelerinin üzerinde balıklarla beraber yüzerdik…”
İstanbul’un neredeyse bütün metrekarelerini gelmiş geçmiş hikayeleriyle, kadim tarihi, yapıları, jeolojisi ve florası, şairleri, arkeologları ve mimarları, müzeleri ve kazı alanlarıyla belleğine kazımış, o belleği de sürekli canlı tutuyor yapıtlarıyla.
“Daha ilkokuldayken ‘Bu kenti katman katman kaldırsak da her katmanını görebilsek’ derdim. Özellikle de bunu Sultanahmet’te Hipodrom için isterdim. Abim bana masal gibi anlatırdı her yapıyı. Aya Sofya’nın üst katına rampadan çıkarken ‘Kenara çekil, saygıyla eğilmemiz lazım. Bak, Theodora atıyla birlikte üst kata çıkıyor’ derdi. Böyle anlatılınca, hikayeleştirilince hafızada müthiş yer ediyor ve olaylar görselleşiyor. Hele atlar! Quadriga atlarının durduğu yerde durur, gökyüzüne bakardık. Gökyüzünde onların boşlukta kalan yerlerini parmağımla çizerdim.”
Yıllardır Quadriga atlarının peşinde Börüteçene. Belki orijinallerini değil ama bir gün replikalarını Hipodrom’da göreceğimize inanıyor. İnanmasa İstanbul’un bilinen en eski şairi Byzantionlu Moiro’nun cisminde yarattığı İstanbul’un hayaletiyle kentin tarihi mekânlarını dolaşır mıydı? Ya da bir yıl boyunca neredeyse her hafta ziyaret ettiği Aya İrini’yle sohbetlerini bir heykel serisine dönüştürür müydü?
Nitekim hayal başka, hayal gücünün bilgiyle arkadaşlığı başka. İşte ona sanat diyoruz.
“Tarihçi ve arkeolog arkadaşlarıma ‘Eğer Yarımburgaz’da, Fikirtepe’de neolitik yerleşimler varsa Sur içi İstanbul’da da bir neolitik olmaması mümkün değil’ derdim. Onlar bunu benim sanatçı hayal gücüme bağlarlardı. Ta ki Yenikapı’da neolitik katmanla karşılaşana kadar… Demek ki hayal değil, hakikatmiş.”
Bir çeyiz sandığına benzetiyor İstanbul’u. Güzelleme çeyize değil; unutulmuş, üstüne yığınla örtüler konulmuş, tüm güzelliği altında kalıvermiş gibi durmasına kentin. O örtülerin her birini indirip o sandığın içine dalıp duruyor yıllardır.
“Fakat bu kadar mı kıymet bilinmez. Neden bir kentin belleğinden bu kadar korkar insanlar?” dese de emin olduğu bir şey var: “Yeryüzü güzeli bir şehir İstanbul, ne yaparlarsa yapsınlar, o ruh ölmez, kentin sürprizleri bitmez. 400 bin yıldan beri insan nefesinin hiç kesilmediği bir yerden bahsediyoruz.” Yine de ne zaman İstanbul’dan ayrılacak olsa, Süleymaniye’ye giderek Sinan’a emanet ediyor kenti.
Hava kararıyor, lodos tüm gücüyle esmeye devam ediyor. Salt Beyoğlu’ndan Tepebaşı’na, oradan trafik cangılının içinden geçip Arnavutköy’e uzanıyoruz. Önce Boğaz’a dikiyoruz gözlerimizi, sonra gökyüzüne. Boşlukları doldurmak için…