HIROSHI SUGIMOTO – Bakmak ve Görmek Üzerine
Çevresinde olup bitenleri kadrajına sığdırıp kaydetmek yerine, yine aynı kadrajı kendi iç dünyasında olup bitenleri yansıtmak için kullanan bir sanatçı. Deklanşöre bile basmadan fotoğraf çekebilen, yüksek matematiği kullanarak fiziğin sınırlarını zorlayan, ışık kaynaklarının bilinmeyen derinliklerine inen Hiroshi Sugimoto, çağının en önemli fotoğrafçılarından biri olarak yarım yüzyıldır üretimleriyle büyülüyor.
1948 yılında Japonya’da doğan, 70’lerde başladığı fotoğrafçılık sanatının peşinde hayatını Tokyo ve New York arasında geçiren ve pratiğine zamanla mimari ve heykeli de dahil eden Hiroshi Sugimoto’dan bahsetmek isterim.
Sugimoto, ister heykelleriyle ister devasa siyah beyaz fotoğraflarıyla olsun izleyicinin eseri izleme sürecini mucizevi bir şekilde yavaşlatma ve uzatma yeteneğine sahip bir sanatçı. Bakma eyleminin kendisinin bir keşfetme süreci olduğuna inanan sanatçı tam da bu nedenden deklanşörüyle dünyayı durdurarak onun için önemli olan konuların derinlerine bakmayı seçiyor. Bu süreci de belgeleme değil icat etme olarak tanımlıyor. Sugimoto’nun New York’ta henüz bir fotoğraf asistanı olarak çalışırken çektiği “Dioramalar” serisi kendini ilk defa sanatçı olarak görmeye başladığı döneme ait. Babasının o daha 12 yaşındayken alıp kullanmadığı Mamiya 6 model fotoğraf makinasının tüm detaylarını kısa zamanda öğrenip giyinme odasında bir karanlık oda kurmasına neden olan merakı, çok kısa zamanda fotoğrafçılığın önüne geçilemez bir hobiye dönüşmesine yol açıyor. 20 yaşındayken keşfettiği New York Ulusal Tarih Müzesinde gördüğü hayvan dioramaları onu büyülüyor. İçleri doldurulmuş cansız hayvanların -mış gibi görünen fonların önüne yerleştirilmiş görüntüleri Sugimoto’yu hayat-ölüm ve geçmiş-gelecek kavramlarını sorgulamaya itiyor. 1839’da keşfedilen fotoğraf tekniğinin, tarihi anlık görsellerle kusursuz olarak kaydedebilme özelliğinden ve bir fotoğrafta gözüken her şeyin gerçek olması beklentisinden yola çıkarak deneyine başlıyor. Müzede geçirdiği uzun saatlerde 19. yüzyıldan kalma kamerasıyla bu hayvanları canlı göstermenin yollarını arıyor. 20 dakikalık uzun pozlamalar boyunca sürekli olarak kameranın ışık ayarlarıyla oynayarak kutup ayısının cansız beyaz tüylerini arkadaki kar beyazından ayırmanın ve rüzgarda dalgalanıyormuş gibi göstermenin yollarını keşfediyor. Neredeyse iki metre boyutlarında çerçevelere yerleştirilerek sergilenen bu fotoğraflar yaklaşık 45 sene sonra aynı sanatçısı gibi izleyicisini de hayat ve ölüm arasındaki arafa düşürüyor.
Sugimoto deklanşörünü çevirdiği her obje ya da manzarada klasik fotoğraf geleneğindeki teknik ustalığını kullanarak fotoğrafın dünyadaki görünmez ama temel güçleri kaydedebilme yeteneğini yeniden keşfediyor. Çalışmaları zaman, metafizik ve deneycilik temalarının etrafında birleşiyor. En ikonik serilerinden olan Tiyatrolar ve Deniz Manzaraları hem zamanı tek bir görüntüye sıkıştırmaya hem de fotoğrafla zaman yolculuğu yapmaya olanak sağlıyor. Farklı pek çok klasik sinema salonunda çektiği uzun pozlama fotoğraflarından oluşan Tiyatrolar’daki her fotoğraf perdeye yansıtılan filmin süresiyle eşit ayarlanan pozlamaya sahip. Karanlık ve etkileyici bir salonun ortasındaki tek ışık kaynağı olarak yükselen beyazperde aslında içerisinde binlerce anlık fotoğraf barındırıyor. “Resmin tam ortasında rahatsız edici bir yokluk, ama parlak ve hükmedici bir varlık görüyorsunuz! Bu sırada zaman herkesi hayrete düşürecek hızda kendi içinde yeniden doğuyor.” diyor Sugimoto bu seriden bahsederken. Adını koyamadığınız hipnotize edici bir etkiye sahip kadim tiyatroların içerisinden size bakan bu bembeyaz ışık huzmesi. Benzer bir etki sanatçının Deniz Manzaraları serisine bakarken de sizi etkisi altına alıyor.
“İnsanoğlunun bilincinde 100.000 yıl geriye gidersek ortak paylaştığımız bir görüntü bulabilir miyiz?” sorusuyla yola çıkan sanatçı en temel sahneyi, ufuk çizgisini seçiyor. Sugimoto’nun insan bilincinin başlangıcıyla ilişkilendirdiği bu manzara kadrajın tam ortasından geçerek deniz ve gökyüzünü birbirinden ayıran büyüleyici bir ufuk çizgisini kaydediyor. Kırk yılı aşkın bir süre boyunca dünyanın farklı noktalarında çektiği Deniz Manzaraları insanın yüz binlerce yıllık evriminin izlerinin hepimizin içinde bir yerlerde gizli olduğunu hatırlatıyor ve denize bakmanın bizi zamanda geri götürdüğüne inandırıyor. Karşılarında zaman algımı kaybedip en az yarım saat harcadığım bu fotoğraflar beni Mark Rothko tuvallerine ve Sol Lewitt’in Praiano fotoğraflarına götürüyor.
Doğa olaylarını yöneten temel kurallara duyulan ilgisi, Sugimoto’nun çalışmalarında yinelenen temaların belki de en eskisi. İlk bakışta bir yıldırımın ya da el değmemiş bir ormandaki iki ağacın fotoğrafı olarak baktığınız görsellerin Van De Graaff marka 400.000 voltluk jeneratörden çıkan elektrik akımının direk olarak filmin üzerinde dolaşmasından kaynaklandığını fark ettiğinizde siz de elektrik çarpmış gibi hissediyorsunuz. Her biri boyunuzdan yüksek çerçevelerin içerisine yerleştirilmiş parlak blok renk fotoğraflarıyla karşılaştığınızdaysa algılarınızın gördüklerinize alışması için zamana ihtiyaç duyuyorsunuz. Görüntüler, Sugimoto’nun Tokyo stüdyosunda bir prizma aracılığıyla gözlemlediği ışığın renklerini tasvir ediyor. Sanatçı Polaroid makina kullanarak, karanlık bir odaya yansıtılan gökkuşağı spektrumunun bölümlerini kaydederken tonlar arasındaki boşluk ve mesafelere özellikle dikkat ediyor. Ortaya çıkan fotoğraflarsa saf ışığın canlı, neredeyse heykelsi görüntüleri.
“Dünya sayısız renkle doluyken bilim insanlarının sadece yedi renk konusunda ısrarcı olmasını anlayamıyordum. Ben de onların bize verdiği kırmızıyı sayısız başka kırmızıya bölmeyi denedim.”
İçindeki çocuğun denemekten korkmayan, kaybolmayan merakını, mükemmelleştirdiği tekniğiyle birleştiren Hiroshi Sugimoto belki de bir anlık da olsa hepimizin aklından geçmiş sorulara kendi yöntemleriyle cevap aramaya devam ediyor. Çalışmaları bize sürekli olarak görünenin ötesine geçmemiz gerektiğini, bu sayede belki de asla varamayacağımızı düşündüğümüz bir yere varabileceğimizi söylüyor. Ölü bir kutup ayısını canlı göstererek, elektrik akımından ağaçlar yaratarak ve iki saatlik bir filmi devasa bir ışık kaynağına çevirerek aldatılmak isteyen insanlara sıklıkla aldatıcı nesneler gösteren fotoğraflar yaratıyor. Gözlerimizin gördüğüne inanmaya olan ısrarımızı bize yeniden hatırlatarak kırılganlığımızı yüzümüze vuruyor. Atlarımızla paylaştığımız ufuk çizgisi manzarasına uzun uzun bakmanın insanoğlunu doğaya yaptığı işkence hakkında kendini sorgulamaya iteceğini umut ediyor. İzleyicisine bakmanın her zaman görmek olmadığını, görmenin zaman ve emek istediğini sabırla ve merakla öğreten Sugimoto; derinlere indikçe bakış açılarımızı kökten değiştirmeye yaklaşıyor.