OLGAÇ BOZALP İDEALLERININ PEŞİNDE

Londra merkezli multidisipliner sanatçı Olgaç Bozalp’in estetiğinde, babasından aldığı gezgin ruhu, doğup büyüdüğü şehirden kalan elementleri, üniversite yıllarında aldığı oyunculuk eğitiminin yansımalarını, 18 yaşında yerleştiği Londra’daki çok kültürlü ortamları görmemek mümkün değil. Asya, Afrika ve Ortadoğu’yu gezip insanlar, yerler ve hikayeler fotoğraflarken hem farklı deneyimler anlatıyor, hem de Batı’nın hegemonik güzellik kavramlarına meydan okuyor. Uzun zamandır radarımızdaki Olgaç Bozalp’le vizyonunu, tavizsiz tarzını ve gelecek planlarını konuştuk…Fotoğraflar: Olgaç BOZALP

-Seni fotoğraf çekmeye yönlendiren şey neydi? Kendi görsel stilini bulma sürecin nasıl ilerledi?

Aslında çok spontane gelişti. Kıbrıs’ta oyunculuk okurken değişik karakterlere giriyor, kendime makyaj yapıyor ve kendi fotoğraflarımı çekiyordum. Sonra sınıf arkadaşlarımı fotoğraflamaya başladım. Tarzımın gelişmesinde oyunculuk okumamın çok faydası olduğunu düşünüyorum ancak bu dönemi sadece küçük pratikler olarak değerlendiriyorum. İngiltere’ye geldiğimde de ilk yıllarımda fotoğrafçılık yapmadım. Fotoğrafçılığa 1-2 sene sonra başladım, belirli bir stilim yoktu daha çok moda çekimleri üzerine çalışıyordum, ünlü isimleri çekmek üzerine bir strateji geliştirmiştim. Zannediyordum ki ‘ünlü modellerle çalışırsam, onların üzerinden ünlü olurum’. Bu süreç 4-5 yıl sürdü. Nitekim ünlü isimlerle de çalıştım; Hollywood’dan isimler, şarkıcılar, dizi oyuncuları… Fakat mutlu değildim, kariyerim istediğim noktada değildi. 2016 yılına geldiğimizde her şeyi sildim. Başkası üzerinden bir kimlik oluşturmak yerine, kendim bir şey yaratmaya karar verdim. O zamana kadar çok gezdiğim de söylenemezdi zaten. Altı aylığına İngiltere’den ayrılarak Endonezya’ya gittim, oradan da Türkiye’ye döndüm. Türkiye’de işler yaptım. Sonra babamla Ürdün’e gittik ve babamı fotoğraflamaya başladım. O güne kadar alamadığım reaksiyonu da bu dönemdeki işlerimden aldım. Önce babamı çektiğim ilk seri “Dad and His Jordanian Friends” ardından da “İstanbul Gucci” serisi ortaya çıktı. İşlerim Antidote Dergisi’nin dikkatini çekmiş olacak ki, bana gelip çalışmak istediklerini söylediler. Bir fotoğrafçının, dergideki tüm fotoğrafları çekmesi üzerine bir konseptleri vardı. Ben seyahat etmek istediğimi, kendi mekanımı ve modellerimi kendim bulmak istediğimi söyledim. Bana verdikleri bütçeyle, Ortadoğu üzerine yoğunlaşarak altı, yedi ülke gezdim. Şimdiki estetiğim böyle oturmaya başladı diyebilirim. İşlerimin kendi içinde bir mizah barındırmasını seviyorum. Babamla çektiğim fotoğraflar böyle… Kişisel yolculuk, seyahat gibi temalar üzerinde de çalışıyorum. Bir yandan soyut işlerim de var.

-Film, enstalasyon sanatı ve sanat yönetimi gibi odakların da var. Multidisipliner çalışmak birçok projeye birden bölünmene neden olmuyor mu?

Film yapmayı, video çekmeyi abartmamak koşuluyla seviyorum. Yaptığım işlerde daima bir sanat yönetimi mevcut. Bazen seti tamamen kendim inşa ettiğim de oluyor. Bunların birbirlerinden çok uzak alanlar olduğunu düşünmüyorum.

-Carven, Hugo Boss, Dilara Fındıkoğlu, Camper, Alexander McQueen’in de aralarında olduğu markalarla çalıştın. Ticari işlerini sanatçı kimliğinle nasıl dengeliyorsun?

Dengelemiyorum. Her zaman, yaptığım şeyi değiştirmeden markalara fotoğraf çekmek istedim. Farklı yerlerden, farklı kültürlerden bir şeyler dahil etmek istedim. Birçok fotoğrafçı, markaların taleplerine göre stillerini belirler ve değiştirirler. Ben bunu yapmadım. Tabi ki kendimi kabul ettirmem zor oldu, ciddi anlamda uzun süre parasız kaldım. Ancak şu an belirli bir tanınırlığım var, insanların kafasında işlerim daha çok oturdu, artık istediğim tarzda işler yapabiliyorum. Kişinin şahsi bir estetiği olması önemli.  O zaman kıyafetleri çeken herhangi biri değil, bir sanatçı olarak çalışabiliyorsun.

-Nepal maceranı ve bu macera sonucunda ortaya çıkan “Buddha was born here” projeni konuşmak isterim. Sadece kafanı temizlemek için, fotoğraf makineni yanına bile almayacağın bir başlangıç, nasıl oldu da dünyanın her yerinde satılan ‘zine’lar* ile sonuçlandı?

Kendimi çok sorguladığım bir dönemden geçiyordum. Son zamanlarda o kadar çok yere reklam çekimleri için gitmiştim ki, artık ‘her zaman gezilerimde fotoğraf çekeceğim’ diye bir kuralımın olmaması gerektiğini düşünmeye başladım. Ne yaptığımı, neden yaptığımı düşünüp duruyordum. Belki bir şey öğreneceğim ve bu öğrendiğim şey bir sonraki çekimimde bana bambaşka bir perspektif katacak. Nepal her zaman gitmek istediğim bir yerdi. Ruhani yönü ilgimi çekiyordu. Bir haftada kararımı verdim, biletimi aldım ve gittim. Normal şartlarda, bir yere giderken tam donanımlı giderim. Yedek kamera, ekipman mutlaka götürürüm. Sonuçta filmler, kameralar çok çabuk bozulabiliyor, çok da başıma geldi. Ama bu defa umursamadım. Tamamen plansız, makinem için sadece 18 tane roll aldım ve yola çıktım. 1 aya yakın bir süre kaldım Nepal’de. İlk birkaç gün, gittiğime pişman bir halde, hiç fotoğraf çekmedim. Sonra yavaş yavaş ülkenin farklı yerlerinde gezmeye başladım. İşlerimde yaratmak istediğim birçok şeyin burada halihazırda var olduğunu, günlük hayatın içine karıştığını görmek beni çok mutlu etti. Renkler, insanların hayata bakış açısı çok etkileyiciydi. O kadar güzel ve içsel bir deneyim yaşadım ki, çektiğim fotoğraflardan alacağım sonuç önemli değildi. ‘Güzelse de kötüyse de sorun değil. Ben bu deneyimi yaşadım ve ne olursa olsun somut hale getireceğim.’ dedim. Fotoğrafları görmeden bu ‘zine’ı yaratmaya karar vermiştim özetle. Tüm seyahatim boyunca, tıpkı Türkiye’deki kamyon arkası yazılarına benzer yazıları burada da çok kullandıklarını gördüm. “Buddha was born here” ismi de buradan geliyor. Değişik fontlarda, birçok kamyonun arkasında gördüm bu sloganı. Türkiye’de de bunları görerek büyümüş olmanın getirdiği bağlantıyla, seriyi böyle adlandırmaya karar verdim.

-Orta Doğu’da Asya’da, Afrika’da ana akım güzellik kavramlarına karşı fotoğrafladığın insanlar, yerler ve hikayeler Batılı izleyiciyle nasıl bir etkileşim kuruyor? Nasıl reaksiyonlar alıyorsun?

Çocukluğumuzdan beri genel bir güzellik anlayışına kalıplandırılarak büyüdük. Oysa bu anlayışa uymayan insanlara da ürün satıyorsun ama sende bir temsilleri yok. Doğduğum, büyüdüğüm yerdeki insanların yüzünü markalarda göremiyorum. İngiltere’de birçok farklı dil konuşuluyor. Herhangi bir sokağa giriyorsun onlarca farklı etnik kimlikle karşılaşıyorsun. Burası böyle bir yerken, içeride bunu yaşayıp dışarıya yansıtmaması normal değil zaten. Benim biraz bu algıyı, perspektifi değiştirmek gibi bir derdim var. Model çekmek istemiyorum, dünyanın en güzel modellerini, en güzel halleriyle çeken bir sürü fotoğrafçı var zaten. Gittiğim, gezdiğim yerlerde oraya ait insanları, beklenmedik yüzleri çekmeyi seviyorum. Sonuçta bir kıyafeti herkes giyebilir, illa model olacak diye bir kural yok. Son yıllarda ana akım güzellik algısı kırılmaya başladı. Böyle bir döneme girmek benim işlerimin daha fazla olumlu reaksiyon almasını sağladı, fakat kendimi kabul ettirirken çok zorluk yaşadım. “Güzel” insanlar çekmem konusunda çalıştığım ajanstan baskı gördüm. Bir dergiye, büyük zorluklarla çektiğim bir işin sansürlendiği oldu. Türkiye’de çekmek istediğim bir iş ‘Müslüman ülke istemiyoruz’ gerekçesiyle iptal edildi. İleride bunların hepsini yazarak anlatmak istiyorum.

-Objektifini en fazla doğrulttuğun kişi baban olmalı. 2016-2021 arası babanla yaptığın çekimlere lokasyonlar, ışıklar, ayrıntılar ve renklerle yaşadığım görsel deneyimin dışında, yüzümde hep bir tebessümle baktım. Babanın sıradan bir model olduğunu düşünmüyorum. Onun kompozisyonlardaki rolünden bahseder misin?

Babam fotoğrafla, sanatla zerre alakası olmayan esnaf bir adam. Bana fotoğrafın bir hobi olduğunu söyleyip durdu yıllarca. Ama ben tarzımı bulmamda onun çok etkisi olduğunu düşünüyorum. 70-75 ülke gezdi, seyahat tutkum ondan geçti bana. Beni ilk defa Japonya’ya babam götürdü mesela. Ürdün’e gitmek de onun fikriydi. 2016 yılında, benim modellerle çalıştığım dönemde, beraber Ürdün’e gittik. ‘Keşke yanımda model getirip çekseydim.’ diye düşünüyordum. Ne saçma! Babam yanımda, onu neden çekmeyeyim ki? O, çocukluğumdan beri her şeyi videoya çekip fotoğraflamıştı, aynısını ben de ona yapmak istedim. Böylece “Dad and His Jordanian Friends” serisiyle başladık ve altı seneden beri devam ediyoruz. Pandemiden dolayı seyahat edemediğimiz için son projemiz “Dad: On His Search For Hüseyin”i Türkiye’de çektik. Yakın zamanda ona bir fotoğraf makinesi gönderdim ve tamamen kendi yaratıcılığına bırakarak kendisini çekmesini istedim. Bununla da ileride bir kitap yapmayı düşünüyorum. Tespitin doğru, fotoğrafı çekilirken babam sürekli bir fikir veriyor, karışıyor. Hatta tartıştığımız bile oluyor. Bazen başta beğenmediğim fikirlerinden çok güzel sonuçlar alıyorum. Örneğin “Dad: On His Search For Hüseyin” serisinde kasalar içindeki fotoğraf, benim başka bir fotoğrafımdan etkilenerek bulduğu bir fikir. Her zaman şakacı, esprili, mizahi yönü kuvvetli bir karakterdir. Bunun fotoğraflara da yansıdığını, bir tek bana böyle gelmediğini görmek güzel. Ne ilginçtir ki, hep ünlüleri çekmeyi isteyip, esas etkiyi babamı çekince yakaladım.

-Sıradaki planların ne?

“Home: Leaving One For Another” serisini kitap haline getiriyorum. Dört yıldan beri bunun üzerine çalışıyorum. Gittiğim her ülkede bu seri için bir fotoğraf mutlaka çektim ve ekledim. Son bölümünü geçen sene bitirdim ve Kasım ayında baskısı tamamlanmış olacak. 15 Eylül’de FOAM’da sergisi gerçekleşecek. Şimdi buna hazırlanıyorum. Babamla çekimlerimi kitaplaştırma hedefim var dediğim gibi. Kariyerim adına daha çok galeri ve müze odaklı işler yapmak istiyorum. Maalesef Türkiye’yle üzücü bir şekilde pek ilişkim olamıyor. Bir tek, Nepal üzerine çıkarttığım kitaptan birkaç kopyayı Odunpazarı Modern Müze (OMM) stok yaptı. Onun dışında Türkiye’de bir şeyler yapabilmek çok istiyorum tabi ki.

*Kişisel yayın yapılarak ticari amaç gütmeden basılan küçük çaplı yayınlar.

Ve şimdi Olgaç Bozalp’ın Nepal fotoğraf kitabı Sanayi313’te satışta.

Satın Al