YILDIZ MORAN’IN MARDİN’İ, 1950’LER
Türkiye’nin alanında akademik eğitim almış ilk profesyonel kadın fotoğraf sanatçısı olan Yıldız Moran, 1950’lerde Mardin’de çektiği fotoğraflarla sayfalarımıza derinlik katıyor. Bu seçki, 6. Mardin Bienali kapsamında ilk kez sergileniyor.
İslam Sanatı ve Mimarisi Tarihi Uzmanı, Sanat ve Mimari Tarihi ve Orta Doğu Çalışmaları bölümlerinde Harvard Üniversitesi’nden çift dal mezunu olan Deniz Türker, Moran’ın “görsel anlatıları ‘kadrajlama’ becerisi”nin Mardin’de nasıl hayat bulduğunu kaleme aldı. Sanayi313 PAPER #05’in kapağını süsleyen fotoğrafa dikkat çektiği makalesinde Yıldız Moran’ın gölgesinin göründüğü tek kare olduğunu belirtiyor. Fotoğrafta, elinde Süryanice bir el yazması tutan, gözü bozuk genç bir yetim var. Deniz Türker bize bu fotoğrafı anlattıkça, daha iyi anlıyoruz ki Moran, kadraja kendi gölgesini kattığına göre bu çocuk, onun yüreğine dokunmuş olmalı.
Yıldız Moran, 1950’lerin sonunda Mardin’e seyahat ettiği sırada yalnız değildi. Yirmili yaşlarının başındaydı ve çoğunlukla akademisyenlerden oluşan gruptaki tek kadın oydu. Her yıl İstanbul Üniversitesi kapılarını kapatıp yaz tatiline girdiğinde, (sanat tarihi, edebiyat, sinema, arkeoloji gibi) farklı disiplinlerden gelen, kendini işine adamış bu akademisyen grubu rotasını önceden planladıkları Anadolu gezilerine çıkardı. Ekibin başında genellikle Moran’ın dayısı Mazhar Şevket İpşiroğlu bulunurdu. Kendisi Almanya’da estetik felsefesi ve sanat tarihi eğitimi görmüş, o dönemde üniversitede gelişmekte olan beşeri ilimler alanında çok önemli bir isimdi. Bu gezilerde çekilen kayıtlardan bazıları uluslararası film festivallerinde ödül kazanan kısa filmlere dönüştü. 28 dakikalık, siyah-beyaz belgesel “Hitit Güneşi” 1956 yılında Berlin Film Festivalinde Gümüş Ayı kazanarak üstün bir başarı elde etti.
Bu gezilerden daha iyi belgelenmiş olanları arada sırada üniversite bültenlerine de çıktı. Bazısı ise halen üniversite arşivinde keşfedilmeyi bekliyor. Mardin’i kapsayan yolculuk, henüz belgelenmemiş olan gezilerden biri ancak Moran’ın fotoğraf arşivindeki seyahat rotasından anlaşıldığı üzere ekip, aynı dönemde Urfa, Batman, Bitlis ve Diyarbakır’ı da gezmiş olmalı. (Moran’ın objektifine yansıyan Hasankeyf, yörenin sular altında kalmadan önceki görüntüleri, maziye karışmış esrarengizliği ile sanki geleceği sezmiş de sel felaketinin yasını tutar gibi.) Gündelik yaşamı kutlayan bir sanatçı olan Moran’ın objektifinden görkemli antik kalıntıların arasında odun yığmakta olan iki kadın, arkalarında ince bir şerit halinde uzanan yörenin bitki örtüsü gibi görüntüler görüyoruz.
Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin İstanbullu ekibe epey yabancı geldiğini inkâr edemeyiz, elbette. Gittikleri yerlerde ıssız, altyapısı olmayan kasabalarla, imparatorluk sonrası ve savaş sonrası dönemleri yansıtan manzaralarla, yeni çizilen sınırların ötesine hitap eden tarihi kalıntılarla karşılaştılar. Mardin’e vardıklarında yörenin safran rengi kireç taşının ılık ışıltısını, kafes motifleri gibi zengin süslemelere elverişli, kolayca işlenebilir özellikte bir taş olduğunu; devasa bir sarp kayalığın güneye bakan eteklerine kurulmuş taraçalı evleriyle Mezopotamya’nın nefes kesen manzarasına hâkim bu kadim kenti belgelemeden geçemezlerdi. Ekip sürekli bir kayda geçirme dürtüsüne kapılmıştı. Elde edilen bulguların hepsi akademik kitaplara konu olabilir, turistik broşürlere konabilir veya deneysel sinematik kısa filmlere dönüşebilirdi.
Moran, mimari bütünlüğü fotoğraflamakta tecrübeliydi ama, bilhassa yakın plan detay çekimleri seviyordu. Londra’daki eğitimini tamamlamasının ardından Türkiye’ye dönmeden önce, Avrupa’yı dolaşarak gezip gördüğü yerleri fotoğrafladı. Özellikle Endülüs şehirlerinde geçirdiği zamanlarda ayrıntılı yüzey süslemeleri üzerine çalışma olanağı bulmuştu. Acaba Elhamra’nın ipek alçı/ustuka işi dış cephe duvarlarındaki arabesk motiflerle, Kurtuba Ulu Camii’nin pırıl pırıl parlayan mihrabıyla aynı zamanlarda yapılmış Mardin’in Kızıltepe Ulu Camii’nin oymalı taş mihrabı arasında bir bağlantı kurmuş mudur? Kesin kurmuştur, hiç kuşkum yok. Onun gezip fotoğrafladığı tüm kentler arasında en çok Mardin’e bağlanmasını sağlayan ancak az bilinen başka bir unsur ise en sevdiği portre fotoğrafçısı Yusuf Karş’ın (1908-2002) Mardinli olmasıydı. Ermeni asıllı, Kanada uyruklu sanatçı, bölgenin tarihindeki zorlu zamanlarda Mardin’de doğup büyümüştü. Karş’ın yirminci yüzyıl başlarının Mardin’ini anlattığı yazısının da Moran ve akademik yol arkadaşlarının gözünden kaçtığını hiç sanmıyorum:
23 Aralık 1908’de Mardin, Ermenistan’da Ermeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Babam okuma-yazma bilmezdi ama çok zevkli bir adamdı. Uzak diyarlara seyahat edip, mefruşat, halı, baharat gibi nadide şeyler alır, satardı. Annem çok okumuş tahsilli bir kadındı ki o zamanlar buna nadir rastlanırdı. Hele kıymetli İncil’iyle ilgili bilgisi, kültürü had safhadaydı. Hayatta olan üç çocuklarından en büyüğü bendim. Benim gibi Ermenistan’da doğmuş olan erkek kardeşlerim Malak ve Jamil, şimdi Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri’nde. Doğduğumuz topraklarda başlayıp hızla doruğa ulaşan zulümden kurtulabilen sadece en küçük kardeşim Salim’dir. O da biz Halep’e taşındıktan sonra doğduğu için.
Kaderin cilvesine bakın; üst üste yükselen taş evleriyle Babil’in Asma Bahçeleri’ne benzediği söylenen Mardin’in; olgun ve dolgun meyveleriyle yöre halkını asıl Cennet Bahçesi’nin tam da orası olduğuna inandıran bu şehrin, 1915 yılında Türk makamlarının Ermenilere yaşattığı vahşete sahne olması ironik bir durumdu. Kentin başına gelen en acıklı olaydı. Zulüm ve işkence her yanı sarmıştı. Korku içinde de olsa hayat her şeye rağmen, hep devam etmeliydi. Çocukluğumdan hatırladığım ilk anılarımın çoğu, acımasız ve tüyler ürpertici zulümler ve hastalıkla ilgili. Sebepsiz yere evlerinden koparılıp hapse atılan çok sevdiğim iki amcama erzak götürdüğümü hatırlıyorum. Sonra her ikisi de telef olsunlar diye canlı canlı kuyuya atılmıştı. Karahummaya yakalanıp annemin şefkatli bakımına rağmen can veren kızkardeşim geliyor aklıma. O günlere ait hatıralarım kan ve güzelliğin, zulüm ve barışın tuhaf bir karışımından ibaret.
Dolayısıyla, Mardin Bienali ziyaretçileri Moran’ın fotoğraflarına bakarken, yalnızca portrelerine değil ama özellikle onlara bakarken fotoğraf sanatına dair katmanlarının da farkında olmalılar. Moran,’ın Mardin serisi, dünya çapında yakaladığı şöhretin zirvesindeyken Churchill, Picasso ve Hemingway gibi ünlülerin hatta dahası Martha Graham, Marian Anderson, Georgia O’Keefe gibilerinin portrelerini çektiği zamanlarda bile memleketine yolu düşmemiş olan eserleriyle Yusuf Karş’a, Mardin’in yetenekli evladına bir saygı duruşu niteliğinde.
Moran’ın Mardin portrelerinin iki kahramanı var. Biri, Deyrulzafaran Manastırı’nın baş papazı Cebrail Allaf. Bölgede konuşulan diller (Aramca, Arapça, Kürtçe, Türkçe, Klasik Yunanca ve Süryanice) hakkındaki engin bilgisi ve güzel sesiyle tanınan, manastırın zengin el yazması kitap koleksiyonuna hakimiyetiyle bilinen bir Süryani rahip. Moran’ın objektifine yüzünde nazik ve cömert bir gülümsemeyle veya ziyarete gelenleri karşılarken yansıyor.
Öteki ise genç bir oğlan; eline resimli bir Süryani elyazması tutuşturulmuş, sayfada İsa’nın Çarmıha gerilme sahnesi. Moran’ın kendi gölgesini yakaladığı nadir karelerden biri, işte bu. Çocuk başka tarafa bakmış, ama sadece elinde tuttuğu kitabın kutsallığından değil, gözleri gerçekten bozuk olduğu için. 10 yaşında manastırın kapısına bırakılmış bir yetimmiş, üstelik. Kapısını beklediği manastırda, Cebrail Alaf’ın gözetimi altında büyürken günün birinde dönecek diye annesinin yolunu gözlermiş. Zamanla oranın sembolü olmuş. Süryanice bülbül anlamına gelen adıyla Genç Yahe, Moran’ın yüreğine o kadar dokunmuş olmalı ki portreye kendi gölgesini katmaktan kendini alamamış.